1985 yılının sıcak yaz günlerinden güze doğru akıyordu zaman. Fort lakabı ile anılan amcasının, Konya'da şimdilerde popüler bir hale gelmiş olan ama zamanında sıradan bir mekan olan Şeker caddesine paralel ara sokaktaki dükkanına uğramıştı bir çocuk. Bir konuda dara düşmüştü ve onun ne yapıp edip kendisine yardımcı olabileceğinden emindi. Henüz 14 yaşında bir çocuğun kocaman bir adama ne işinin düşmüş olabileceğini düşünedurun ama çocuğun kafasında bir plan vardı. Aklının yatmadığı konulara kendince çözüm bulmaya çalışıyordu.
Çevresinden gerçeği işitecek birisi için bu plan korkunçtu ama çocuk olası tepkilerle uğraşmamak için planını gizlemeyi tercih ediyordu. Uzatmayayım, üç yıldır, hem de yurdunda kalarak okuduğu imam hatip okulunun ortaokul kısmından mezun olmuştu ve kendini daha özgür hissedeceğini düşündüğü kentin gözde okullarından Gazi Lisesi'ne geçmek istiyordu. Ama bir engel vardı karşısında: bu liseye ancak öğrencinin ikameti o civarda ise kayıt hakkı tanınıyordu.
Dini eğitim yapan bir okuldan ayrılıp düz bir liseye gitmek istemenin adeta ayıp karşılandığı mazbut bir çevresi vardı çocuğun. Üstelik okumuş yazmışının pek az olduğu bu çevrede hiç de tuhaf karşılanmıyordu bu durum. Okumak iyi bir şey ama okumayı kafasına takmışsa bir insan, istikamet imam-hatip olmalıydı bu çevrenin insanlara göre.
O çevrenin şu anda aynı yerde durup durmadığı bilinmez ama çocuk, asıl iman etmenin Tanrı’yı kaybetmeyi göze almaktan geçtiğini kısa bir zaman sonra anlayacaktı. Bu nedenle, gençler arasında o zamanlarda çok popüler olan kara harp okuluna giderek subay olmak istediğini ve imam hatip mezunlarının oraya kabul edilmediği gerekçesini arz etmeyi terfih etti Fort amcasına ve yardımını istedi. Amca bir süre düşündü ve on yıl önce aniden kaybettiği abisinin yadigarı olan yeğenine çözüm üretmek için birkaç telefon görüşmesi yaptı. Hızla konu çözüldü ve lisenin yakınlarında Yeğren'li bir tanıdık bulundu. O sıralarda, olayın geçtiği Konya pek küçüktü ve Konya’da yerleşik Yeğrenliler birbirlerini nerede oturduklarını avuçlarının içi gibi biliyorlardı.
Fort amca, çocuğun zihnindeki büyük mevzuyu tereyağından kıl çeker gibi çözmüştü.
Çocuk, üniversite sınavından iyi bir puan almasına rağmen amcasına gerekçe olarak öne sürdüğü kara harp okulunda okuma amacına kavuşamadı. Zira boyu üç santim kısa gelmişti ve standartlara uyum sağlayamadığı için elenmişti. Hiç üzülmedi, zira harp okulu sınavına girmeden kısa bir zaman önce, en az orası kadar prestijli Mülkiye Mektebi’ni kazandığı haberini almıştı. Ama ilginç bir şekilde öğrencisi olamadığı Harbiye’de aradan otuz yıl geçtikten sonra hoca olarak derse girmeye muvaffak oldu. Sıralarında eğitim görme şansı bulamayan o çocuğun oradaki öğrencileri bir dönem boyunca her ders başlamadan önce o sınıfa girerken “dikkaaat!” diyerek hazır ol vaziyetine geçtiler. İçinde kalan asker olma arzularını bu manzara ile ne kadar tatmin ettiği bilinmez ama kaderin insanın yoluna ne zaman nasıl bir su serpeceğini bilememek açısından ilginç bir vaka olmalı bu durum.
Bu arada çocuk büyük bir hevesle girdiği liseyi, küçük bir arayış ve bocalama döneminin ardından Tanrı ile, hiç ayrılmayacak şekilde tekrar buluşarak tamamladı. Ona bu buluşmada, diğer pek çoğu hafızasından silinmiş olsa da adını hala hiç unutamadığı Anıl Çetinkaya adlı bir arkadaşının Yunus Emre üzerine hazırladığı bir ödev sunumunun büyük katkı yaptığını düşünüyor.
Peki! Madem sonunda Tanrı’nın şefkatli kollarına tekrar sığınacaktı da imam hatip gibi bir ortamdan neden ayrılmak istedi çocuk? Cevabı çok basitti aslında ve içinde yaşadığımız dinsel travmatik ortamı da çok iyi özetliyor. Üzerine, hiçbir pedagojik araç kullanılmadan boca edilen din eğitimi, on yaşlarındaki bir çocuk için kaldırılamayacak kadar ağır bir yüktü çünkü. Üstelik aynı okulda okuyan kendinden büyüklerin dinin tasvip etmediği pek çok konuda nasıl iki yüzlü davrandıklarını ve bıraksalar günah denizinde yüzmek için nasıl yanıp tutuştuklarını da gözlemlemişti çocuk. Dürüstlük arıyordu temiz vicdanı ile ve sonradan uzun süre dostluklar yapacağı bir arkadaşının tabiri ile "göstergesel müslümanlık" ilgisini çekmiyordu.
Böyle bir eğitimde yanlış giden bir şeyler vardı ve insanları, çocuk bile olsa ikna etmeden öğretilen şeylerin geri tepeceği hemen hemen kesin gibiydi. Nitekim liseye geçme aşaması tamamlandıktan sonra Fort amcasına gerçek fikrini açtığında o da geleneksel düşüncelerin etkisiyle “yaptığının yanlış olduğunu” söylemişti. Zira o dönemde başka türlü bir algılama ve değerlendirme biçimi seçenekler içinde bulunmuyordu.
Bu kısa hikâyenin üzerinden otuz beş yıl geçmişti ve bir gece çocuk rüyada yine Fort amcasını gördü. Yine bir mevzuda sıkışmıştı ve çözüm için ona başvurmuştu. Zaten sıkıştığı zamanlarda ya Fort amcasının ya da Lütfullah abisinin derdine derman olacağını bildiği için elinde fazla bir seçenek de bulunmuyordu. Hele abisinin, amca 1991 baharında fani diyarı terk ettiği zamandan beri dara düşen yüzlerce kişiye Fort amcadan kalma “dert çözme mirasını” üstlendiği için gözünde ayrı bir yeri vardı.
Amca ile rüyadaki konunun çözüme kavuşmasının ardından birlikte lokantaya gittiler. Ismarladığı döner tezgahında kalan son döneri büyük bir iştahla ve zarafet içinde yiyen amcasını hayranlıkla seyrederken uyandı çocuk.
İnsanı iyi kılan şey, birilerinin hafızasında aradan yılar geçse de iyiliklerle hatırlanmak ve rüyada bile olsa döner şişinde kalan son eti iştahla yiyebilmek olmalıdır. Nitekim, insanı dıştan dindar gösteren hiçbir şeyin Tanrı katında değerinin olmadığını anladığında çocuğun dünyadaki ömrü de yarım asra yaklaşmıştı. Bu hikayenin kahramanı olan amcası da dindar bilinen bir adam değildi ama dinin asıl amacının zaten insanların yolundaki engelleri ortadan kaldırmak olduğunu çok iyi içselleştirmişti belli ki.
Belki bir yetimin başını okşamak, belki komşuya içten bir selam vermek, belki de selim bir kalp ile etrafa tebessüm edebilmekti gerçek dindarlık. Ritüellerin Tanrı’ya saygıyı ne kadar yansıttığını ise ancak her şeyi var eden Tanrı Teala bilebilirdi.
3 Ocak 2021
Mehmet Dikkaya
Yorumlar