Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Hayat etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Paydos, akıbet veya sonuç?

sürekli, "ne düşünüyorsun" diye soruyorsun ya! hayatın anlamı üzerine düşünüyorum, facebook (ve elbette burada buluştuğumuz candaşlar)! içeriğinin düzenli biçimde değiştiği bir anlam kümesi bu. anlam yitikliğine ilişkin en fazla boşluğu hissettiğim geçen bayramdı. elim telefonun listesine gitti. bazı insanları aramak istemedim, çünkü varlık alemini kendilerince şenlendirmelerine rağmen benim için mevcut değillerdi. yine de canlarının sağ olmasını, mutlu olmalarını ve hayat denen arayışın bir yerinde tekrar buluştuğumuzda dostluğun sırlarına dair daha çok deneyimlenmiş olmalarını dilerim. rehberimde artık daha sık karşılaşmaya başladığım bazı candaşları ise cidden bu alemde bulunmayanlar oluşturuyor. neredeyse otuz yıllık dertleştiğim ve varlığını duyumsamaktan hiç geri durmadığım sabri orman hocam artık yok örneğin. en son karacaahmet'te selamlaşıp dertleştik. dahası yok. semtine bile yaklaşamadım ama hep ona özendim. zira bir zerafet ve istikrar abidesiydi. ilkeleri olan

"Başınız sağ olsun" sözü üzerine...

  "yeryüzünde bir söz yoktur ki, önceden söylenmemiş olsun" derler. fakat önceden söylenmiş sözlerin herkes için ifade ettiği anlam farklıdır. "başınız sağ olsun" sözü bunlardan birisi olsa gerek. sevdiklerimizin hayata veda ettiği durumlarda sık duyarız bu teselli cümlesini. gel gör ki bu cümle ile teselli olmak en zor zanaat olsa gerektir. acılar bir türlü bünyeyi terketmez. hatıralar asla peşimizi bırakmaz. her vesileyle sevdiklerimizi anmaya devam ederiz son nefesimize kadar. güzel hatıralar dev gibi olur ve sevimsiz konular minicik hale gelir ölümün tartışmasız galip geldiği zamanlardan sonra. yahya kemal; "ölüm asude bir bahar ülkesidir bir rinde gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. ve serin serviler altında kalan kabrinde her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter." derken rindlere selam durur adeta. yani gönül insanlarına. kubbede hoş bir sada bırakanlara. geridekiler için bir ölümün en kötü yanı, bu dünyada tekrar görüşmeyeceğimizi

Sabri Orman Hoca'nın Büyük Mirası!

Alim'in ölümü ile alemin ölümü özdeşleştirilir kadim gelenekte... Çelebi bir geleneğin yaşayan son temsilcilerinden Sabri Orman Hocam, mezkur alim-alem ilişkisine has bir örnek olarak bu gün sessizce aramızdan geçip gitti.  Vefatının ardından öğrendim bir yıldır kolon rahatsızlığına maruz kaldığını... Oysa, fakülteye önerilecek yeni bir bölüm fikri etrafında yakınlarda uzun uzun konuşmuştuk kendisiyle. Rahatsızlığından hiç söz etmemişti. Demek içeriden yanarken dışarıya dumanını hiç sızdırmamış güzel insan! Türkiye'nin özgün iktisatçılarından Sabri Ülgener'in son doktora öğrencisi olmakla gurur duyardı daima. Demek işlerinin hakkını her zaman en iyi biçimde vermeye çalışan karakterleriyle iki Sabri sanki ancak bu kadar birbirine benzermiş.  Çeyrek asra uzanan dostluğumuzda, bunaldığım her vakit rahatlatan ve tane tane kurduğu cümlelerle ferahlık saçan babacan bir insan oldu benim için. Oturmasını, kalkmasını, diğer insanlara yaklaşımını ve hitabetini model almaya çalıştım

Altın Veren Armut Çekirdeği

Bir zamanlar Çin'de bir adam o kadar aç ve bitkin düşmüş ki, dayanamayıp bir armut çalmış. Adamı yakalayıp cezalandırılmak üzere İmparator'un karşısına çıkarırlar.  Hırsız imparatoru görünce ona şöyle der: - "Değerli efendim, çok açtım, dayanamadım çaldım ve yedim. Beni affetmeniz için yalvarıyorum. Eğer affedersiniz size paha biçilemez bir armağanım olacak.." İmparator dudak büker;  - "Senin gibi birinde paha biçilemez ne olabilir ki?" Hırsız, avucunun içindeki armut çekirdeğini uzatır ve; - "Bu çekirdeği ekerseniz bir gün içinde altın meyveler veren bir ağacın yeşerdiğini göreceksiniz.." İmparator kahkaha atarak; - "Ek o zaman, altın meyveleri görünce affederim seni." der. Yoksul adam - "Haşmetlim bu tohumu ben ekemem çünkü ben bir hırsızım.. Bu tohumu ancak, ömründe hiç çalmamış, başkalarına hiç haksızlık yapmamış, yalan söylememiş biri ekebilir. Tohum o zaman gücünü gösterir, aksi takdirde onu ekeni zehirler, tarif edilemez acıla

İnsan Neden Tanrılık Taslar?

Eski bir arkadaşımın annesinden dinlediği, sevdiğim bir hikayedir...  Yönetici pozundaki her insanın bu hikayeden sonuçlar çıkarmasında inanılmaz yararlar olabilir.  Şöyle ki: Bir gün Firavun hamamda neşe içinde yıkanıyor. O esnada Şeytan, insan şeklinde ziyaretine geliyor. Hamamın kapısını tıklar. Firavun rahatsız edilmekten kızgın bir şekilde kapıya doğru seslenir: - Kimdir O? Şeytan: - Benim! Şeytan! der. Firavun, dostunun sürpriz ziyaretinden ziyadesiyle mutlu olur ve içeri davet eder. Aralarında geçen hoş beşten sonra Şeytanın aklına bir soru gelir: - Ey Firavun! Ben olmadık şeytanlıklar bilirim ama hiç bir zaman “Ben Tanrıyım!” diye bir iddiada bulunmak aklıma gelmedi. Oysa sen h em Tanrılık iddiasında bulunuyor hem de kapıdakinin kim olduğunu bile bilmiyorsun, bu durum sana da tuhaf gelmiyor mu?  Nasıl oldu da sen Tanrı oldun veya buna kendini nasıl inandırdın? Firavunun cevabı başkandan babaya kadar tüm idareciler için manifestodur: - “Vallahi, her ne yaptım ve her

Güz Yağmurları

Güz mevsimin insan doğasına getirdiği farklı bir hüzün vardır. Bir kısmı, çocukluk yıllarında insanın bilinçaltında biriktirdiği masum hatıralara ilişkin olan bu hüzün iklimi, gençlikte daha fazla heyecan ve ideal içerirken yaşlılığa yöneldiğimiz evrede gittikçe kesinlik kazanmaya başlar. Hayatın üçüncü ve son aşamasında bulunmanın, üçüncü geçiş döneminin keskinleşmesine katkısı çok fazla olsa gerektir. Toplumlar ve devletler, her ne kadar dinamik bir karaktere sahip oldukları için farkında olamasalar da bu üç evreyi bilfiil yaşarlar; yani doğar, olgunlaşır ve tükenme çizgisine doğru çaresiz adımlarla ilerlerler. Birkaç bin yıllık tarihe sahip olmakla övünen uluslar da bu kaderi yaşar. Zaten kocaman mazi mezarlıklarına sahip olmayan bir ulus mu vardır yeryüzünde? Farklı bir varoluş aşamasında bulunmalarına rağmen, maziyi çok köklü olarak düşünmeleri de güz yağmurlarının getirmiş olduğu hüzne benzer bir ironiyi bizzat yaşamalarındandır. Tarihteki Türkler veya başka ulusların gelenek

Gelin Ana!

25 Temmuz 2 020 Yengeye “gelinana” derler bizim oralarda. Hızla söyleyince gelnana haline dönüşmüş zamanla. Kuru bir yenge lafına göre, daha içten görünür. Tıpkı emmi kelimesindeki sıcaklığı amca sözcüğünde bulamama gibi... Hem gelnanada yakınlık, anneliğe benzer bir sığınma duygusu hissedilir. Böyle bir kadını geçen hafta aniden kaybettik. “Kör olası hastalığın” pençesine düşmüştü. Korona değil, tüm zamanların en kötüsü olan kanser illeti idi bu. Bu da öz annemin tabiri olarak aklımda kalmış, böyle çaresiz durumları üstü kapalı ifade etmek için. Şekerdeki derme çatma evde geçti hayatının çoğu. İki oğlan, bir de sonradan yengem olacak ay parçası bir kız büyüttü gelnana. Şeker fabrikasında işçi olan ama sıradan bir işçide asla rastlanmayacak derecede girişimcilik azmi ile fokur fokur kaynayan emmimin eşi idi. Bu, elektronik eşyadan kamyona, oradan arsa ve ev satışına kadar neredeyse her tür emtianın alım satımını büyük bir heyecanla yapan adamın karısı olmak kolay iş olmasa gerekt

Uğur Böceğim!

Bugün Babalar Günü ve ben 4 yaşımda iken yitirdiğim babamla ilgili fazla bir hatıraya sahip değilim. Onun yerine, yetim geçen çocukluğumda bana gerçek babalık yapanları yad etsem, sanırım öz babam darılmaz. Sonuçta onunla ayrılığımız planlı bir durum değildi veya kimsenin bunda bir kusur yok. Babalık, aslında insanın arkasını yaslayacağı bir güçlü kale ve bu kalleş dünyada kişinin kendini evvel Allah güvende hissedeceği bir müessese gibi geliyor bana. Boşluğun doldurulması meselesi de bu sırda gizli... Bu konuda ilk sırayı, geniş ailesinin onca yüküne rağmen, yeğenleri olarak bizi ihmal etmeyen Mehmet Dayım alıyor. Kendisinin de bir yetim olarak hayata tırnaklarıyla kazıyıp tutunmasından mıdır bilinmez ama onun sıcaklığı ve baba boşluğunu dolduran huzuru bir başkaydı. “İdi” diyorum; çünkü 20 yıl önce bir kış günü kaybettik kendisini. Aradan geçen onca yıl, çocukluğumla buluşarak ruhumun derinliklerindeki dalgalar marifetiyle onu hayırla yad etmemi engellemiyor. Soğuk kış günlerin

Bir Hıdrellez Masalı

2 Mayıs 2018 Hıdrellez, eskiden özellikle çocukların dünyalarında bir heyecan uyandıran, coşku ve heyecan ile baharın gelişini temsil eden güzel bir dünlence günüydü. Rivayete göre, Hızır ile İlyas'ın birbiriyle buluştuğu günün anısına kurgulanmıştır. ...  İlk mektepte okuyan yetim çocuk, Konya’nın mütevazi mahallesi Kovanağzı'ndaki ev  lerinin önünde bir Hıdırellez günü boynu bükük oturuyordu. Aylardan mayıstı ve bahar gelmişti her yere.  Çocuk hayalleri ile başbaşa iken bir otomobil durdu evin önünde ve otuzlarında bir adam kafasını camdan uzatarak çocuğa seslendi.  - Çavuş ne yapıyorsun? Hadi annene söyle Apa Barajı'na pikniğe gidelim! Çavuş diye seslenirlerdi ona. Mehmet Çavuş lakabını taşıyan d edesinin adını taşıdığı için. Piknik teklifi yapan adam çocuğun öz amcasıydı ve amcanın teklifi yeğenin mutluluktan uçmasına yetmişti. Zira en son dört-beş yıl önce, babası hayata veda etmeden önce Çayırbağı'nda ailecek piknik yapmışlardı. Dünya küçülmüştü ve bir nokta halin

Yaşar Nezihe Bükülmez (Hayatı ve Şiirleri)

  YASAR NEZIHE BÜKÜLMEZ (Yaşar Nezihe Hanım) (17 Ocak 1880 - 5 Kasım 1971) İstanbullu şair, altı yaşındayken annesini kaybeder. İzin almaksızın bir yıl süreyle okula gittiği için babası tarafından evden kovulunca okuldan ayrılmak zorunda kalır. Üç kez evlenir. Üç oğlundan ikisini yitirince, kendisini hayatta kalan tek oğluna adar. Küçük yaşta şiir yazmağa heveslenir. İlk şiirleri “Malumat ve Terakki” ile “Nazikter” dergilerinde Mazlume, Mahmure, Mehcure imzalarıyla yayımlanır. İki kez intihara kalkışır. Şiirlerinde ekmek mücadelesini dile getirdi ve dönemin toplumsal sorunlarına eğildi. Ezilen insanların sorunlarını kendi sorunu olarak gördü; işçiye ve eylemlerine sahip çıktı ve bu nedenle işçi eylemlerini destekleyici şiirler de yazdı. Amele Cemiyeti’ne üye oldu. Şiirlerine el konulan ilk kadın şairdir. Şiirleri Kadınlar Dünyası Dergisi'nde sıkça yayınlandı. Şarkılar da yazdı. 17 sene Esirgeme Derneği’ne iş işlemiş. Şark Eşya Pazarı’nda(1), Darphane'de çalışmış. Hi