Ana içeriğe atla

şiddetin sosyo-politiği

Kovanağzı mahallesindeki Dişçi Cami avlusunda oyun oynayan sıradan çocuklardık. Nereden kaynaklandığını ve nasıl olduğunu anlamadan, biri diğerinden üç dört yaş büyük olan iki arkadaşın kavgaya tutuştuğuna şahit olduk. Büyük olanı küçüğe o denli şiddet uyguluyordu ki, tarif edilmez. Bir insanın başkasının suratına tekme savurması mümkün müdür? Üstelik yere düşmüş ve savunmasız bir haldeyken.

Freud'un psikanalizinde tarif ettiği duruma benzer bir hali mi yaşıyorduk veya başka bir psikolojik haldi, tam bilemiyorum. Freud'un çalışması, yetişkinlerin zihinsel işleyişini etkileyebilecek çocukluk olaylarının anlaşılmasına vurgu yapmakta iken çocukların dünyasında, henüz yetişkin olamadan ortaya çıkan bu hal bilinç altımda sürekli yer etmeyi başarmıştır. Şiddet unsuruna başvurmadığı halde birisinin diğerine gerekçesi ne olursa olsun "şiddet" uygulaması karşısında, Gazze'de topraklarının işgal edilmesine direnen mazlum Flistin halkına yapılan Siyonist saldırılara yönelik duyduğum nefret gibi duygular hissettim.


İlerleyen yıllarda, çocukken kavgaya tutuşan o çocuklar büyüdüklerinde kendilerine hatırlatmıştım bu şiddet sahnesini. Küçük olanı olgunluk gösterdi ve "önemli değil" dedi. Büyük olanı ise herhangi bir yorumda bulunmaktan kaçındı ama muhtemelen pişmanlığını itiraf edemeyen ortalama bir Türk insanı gibi onun da sessizliğinden pozitif sonuçlar çıkarmak mümkün olabilir.

Zira büyük olanın yaşadığı travmatik halleri anlayabiliyorum. Uzunca yıllar aynı ortamlarda bulunduk ve tahminimce ailesinin yaşadığı zor koşullar ve maruz kaldığı şiddet benzeri haller ona bunu yaptırmış olabilir. Hatta çocukluğun minik dünyasında bu tür hallerin normal olduğu bile düşünülebilir. Buna rağmen, yetişkin ve toplumun gözü önünde bulunan pek çok kişinin bu Freudyen bilinçaltının varlığını ispatlarcasına girmekten çekinmediği şiddet sarmalı ne ile açıklanabilir?

Önceki gün, artık işlevselliğini gün geçtikçe yitiren ve sıradan bir kurum haline doğru evrilme süreci yaşayan meclis'te yaşanan şiddet sahnesi bu çocukluk olaylarına götürdü beni. Boks federasyonu'nda münhal üst düzey kadrolara istikbalde aday olduğunu ve bu işten anladığını ispat etmek adına mıdır yoksa hangi bilinçaltı saikleriyle hareket ettiği bilinmeyen başka nedenlerle olduğu bilinmez ama meşhur bir vekil, şiddet tasarlamakla itham ettiği bir meslektaşına aleni bir şiddet uygulamaktan çekinmemiştir. Bu konuyu bireysel bir sapkınlık veya aşırılık olarak değerlendirmek pekala mümkün iken, bu tür bir şiddetin toplumsal desteğe bürünmesine tanık olunca toplum adına karamsarlık bulutlarının genişlediği anlaşılmıştır.

Bu manzara, uzun bir zamandır dünyanın gerisinde kalmamıza neden olan en temel hakkın hala toplum nezdinde tam olarak anlaşılamadığına götürüyor bizi: İfade özgürlüğü... Üstelik saçma olarak nitelendirilebilecek pek çok düşüncesinin başkaları tarafından saygıyla karşılanmasını bekleyen bir toplumun paradoksal halidir bu ne yazık ki. İfade, inanç ve girişim özgürlüğünden ilkini oluşturan bu temel hürriyet alanı günümüzde bir çok şeyin medeni biçimde konuşulmasını kısıtlıyor, tartışılmasına ket vuruyor ve toplumsal tartışmalardan sağlıklı bir sonuç çıkmasını engelliyor.

Bu düşünce kıtlığı, toplumun büyük kısmının hukuki konularda kendini içtihat sahibi görmesine, dini konularda mezhep imamı addetmesine ve hayata ilişkin hemen her konuya yönelik üstencil bir bakış açısı geliştirmesine neden olmaktadır. "Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma" şeklinde özetlenebilecek bu patolojik hal, herkesin gözünün önünde cereyan eden şiddet örneğinde de kendini göstermektedir. Medeni olmadan medeniyet mefkuresi hayalleri kurma şeklinde nitelendirilebilecek bu zihniyet, sağlıklı bir gelecek tahayyülü kurmayı güçleştirmektedir.

Tepeden aşağıya doğru dalga dalga yayılan şiddet sarmalı, günlüğüne “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor” diye yazan Tanpınar'ın ima ettiği gerekçelerle bile olsa toplumun yerinde saymasının en önemli nedeni. Bunu anlamak için 12 Mart ve 12 Eylül gibi pek çok darbe süreçlerinde aynı koğuşlarda (ya da yatılı bölge okullarında 🙂) kalan ve ülkücü-komünist, milliyetçi-islamcı, muhafazakar-devrimci gibi yapay ayrımların bir anlamının olmadığına dair yaşanmış yüzlerce örneğe başvurmak faydalı olabilir. Hepsi vatan evladı ama birisi diğerinin aslında öyle olmadığını düşünüyor... Ve önceki travmatik sonuçların bir yansıması olacak şekilde yüz yıldır "vatan elden gidiyor" diyenler genellikle yanıldı. Vatana bir şey olmadı ama asıl olan "vatan evlatlarına" oldu.

Çözüme yönelik ilk adım, bütün vatan evlatlarının, birisini "öteki" olarak addetmesi halinde kendisinin de potansiyel olarak o tanımın bir parçası olabileceğini idrak etmesi ile ilişkili olarak geliştirilebilir. Aksi halde "ver mehteri" çizgisi aşılamayacaktır...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yaşar Nezihe Bükülmez (Hayatı ve Şiirleri)

  YASAR NEZIHE BÜKÜLMEZ (Yaşar Nezihe Hanım) (17 Ocak 1880 - 5 Kasım 1971) İstanbullu şair, altı yaşındayken annesini kaybeder. İzin almaksızın bir yıl süreyle okula gittiği için babası tarafından evden kovulunca okuldan ayrılmak zorunda kalır. Üç kez evlenir. Üç oğlundan ikisini yitirince, kendisini hayatta kalan tek oğluna adar. Küçük yaşta şiir yazmağa heveslenir. İlk şiirleri “Malumat ve Terakki” ile “Nazikter” dergilerinde Mazlume, Mahmure, Mehcure imzalarıyla yayımlanır. İki kez intihara kalkışır. Şiirlerinde ekmek mücadelesini dile getirdi ve dönemin toplumsal sorunlarına eğildi. Ezilen insanların sorunlarını kendi sorunu olarak gördü; işçiye ve eylemlerine sahip çıktı ve bu nedenle işçi eylemlerini destekleyici şiirler de yazdı. Amele Cemiyeti’ne üye oldu. Şiirlerine el konulan ilk kadın şairdir. Şiirleri Kadınlar Dünyası Dergisi'nde sıkça yayınlandı. Şarkılar da yazdı. 17 sene Esirgeme Derneği’ne iş işlemiş. Şark Eşya Pazarı’nda(1), Darphane'de çalışmış. Hi

Türkiye’nin Ekonomik Yüz Yılı: Temel Dinamikler ve Gelişmeler

  Mehmet Dikkaya   Künye: Mehmet Dikkaya, “Türkiye’nin Ekonomik Yüz Yılı: Temel Dinamikler ve Gelişmeler”, Türk Yurdu , Ağustos 2023, ss. 16-22. Türkiye ekonomisinin yüz yılında birçok temel değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. Sektörel ve yapısal bazda meydana gelen bu değişimin bir sonucu olarak yüz yıl sonunda ekonomik açıdan bambaşka bir manzara ortaya çıkmıştır. Yüz yıl öncesi ve yüz yıl sonrası karşılaştırmasında hayal edilen bir ekonomik yapının varlığından söz edilemez. Lakin içinden geldiğimiz coğrafya ve dezavantajlı bir başlangıç seti oluşturan tarihsel arka plan düşünüldüğünde bu manzara küçümsenmeyecek bir ilerlemeye tekabül etmektedir. Bu savı ispatlamak için evvela önceki yüzyıllardan kalan mirasa odaklanmak yerinde olacaktır. Osmanlı’dan Kalan Miras Osmanlı’nın klasik döneminde (1300-1600) iktisat ve siyaset dengesini koruyup geliştiren bir düzene sahip olduğu, toprak, esnaf sistemi ve ticaretin birey, toplum ve devletin ihtiyaçları arasında dengeyi kurmaya odaklandığı a

hayata bir mola olarak bayram

Nereye gittiği bilinmeyen ama inatla akmaya da devam eden hayat yolculuğunun önemli duraklarından birisi olarak bayramlar hep ilginç görünmüştür. Sadece yaşam için bir mola olması değildir bayramı cazip kılan. Aslında bizatihi hayatın önemli bir şahididir bayramlar. Çocukluk dönemlerimiz, gençlik yıllarımız, kendi ailemizi kurduktan sonra yaşadığımız dönemeçler hep bayramlar vesilesiyle hatırımızda kalmaya devam eder. Genelde bayramda alınan ışıl ışıl elbiseler, gıcır gıcır ayakkabılar, ilk servetlerimizi oluşturan harçlıklar, ilk kez karşılaştığımız akrabalarımız ve o günlere özel hazırlanmış enfes yemekler, baklavalar, börekler hep bayramların damaklarımızda bıraktığı tükenmez tatlardır. O sarmalar ki nazenin ellerde ince ince dokunmuş, o börekler ki yaprak yaprak döşenmiş, o baklavalar ki ince ince dilimlenmiş ve sevgilisiyle buluşmayı bekleyen körpe birer aşık gibiydiler. Arife günü ayakkabı alır ilk kez bayramda giymek üzere en kuytu yerde saklardık. Bir keresinde mahalleleri kola