Ana içeriğe atla

Başarılı çocuk yetiştirme ve anne sultan!



1. Çocuğun hobisini zaman kaybı olarak görmemek
2. Çocuk adına karar vermemek
3. Paralı veya havalı işlere mutlu olmaktan çok değer vermemek
4. Paranın kıymetini öğretmek
Şimdi düşünüyorum… Okuma yazma seferberliğinin olduğu 1980'lerin başlarında devam ettiği bir kaç aylık kurs dışında hiç okul yüzü görmemiş annem bu kuralların bir çoğunu çocukları üzerinde uygulamıştır. Başka konularda ısrarları ve dominant olma çabaları oldu ama yukarıdaki 4 konuda iyi bir bilinç sahibiydi.
 
Hemen hepimiz yıllarca kenpo karateye devam ettik. O kadar çamaşır yükünün üzerine karate elbiseleri de eklendi ama buna hiç ses ettiğini hatırlamıyorum. Eminim, “bağlama öğreneceğim” deseydik, bir “sordum sarı çiçeğe” ilahisini seslendirme karşılığında ile o konuda da tavlardık kendisini.


“Tecrübeli bir kayınvalide olarak gelinlerle kendisinin de epey zaman geçireceğini düşünerek” eş seçimini özgürce yapmamız konusunda biraz zorlandı gerçi. Geleneksel bakış açısı içerisinde buna hakkı olduğunu düşünmüş olmalı. Elbette son zamanlarda görmeden kabul etmek zorunda kaldığı “eş” seçimlerine tahammül etmek zorunda kalması ile, o baskın olma halinin faturasını fazlasıyla ödediği için bu konuda da dünyanın en liberal insanlarından birisi olmuştur. Ayrıca bu konudaki kusurun, bizatihi kendisinden ziyade, çevresel faktörlerden ve "sözde" dinsel meşruiyet arayışından kaynaklandığını söyleyebilirim. Özellikle Konya gibi, içeriği çoğunlukla boş olsa da, katı muhafazakar geçmişten gelen bir şehirde ikamet etmenin bir kısım "us dışı" sonuçlarına tahammül etmek kolay değil.

Yetmiş ebeveyn üzerinde yapılmış bu sabah okuduğum bir yazıda, başarılı çocuk yetiştirmenin 4 kuralı şöyle sıralanmış:


"Paralı veya havalı işlere" girmemizi özellikle istediğine de tanık olmadım. Bağımsız olmamızı istedi sadece. Her Türk’ün bağımsızlık arzusu ile uyumlu olarak bunu arzu etti. “Dükkan açın!” derdi sürekli ve o dönemin en prestijli işini bu girişimler zannederdi. Gerçekten Konya sosyolojisinde, 1980'lerin koşulları içerisinde bu seçim çok mantıklı idi. Zira “Kirin, pasın içinde yuvarlanmak kaderse, bu neden kendi işimiz olmasın” şeklinde düşünülürdü. Ayrıca bizde, küçük yaşlarda maruz kaldığımı yetimliğin verdiği duygusal boşlukla uyumlu biçimde "Beş kardeş bir araya gelelim ve başkasına minnet etmeden ekmeğimizi taştan çıkaralım" fikri epey gelişmişti o zamanlar. Ayrıca Allah var, bana hiç karışmadı. Sadece “oku” dedi. Onbir yaşımda bir çocuktum ve İmam-Hatip'e gitmemi istedi gerçi. Orası benim için hayli ilginç tecrübe edindiğim bir yer oldu. Dindar ve güvenilir bir insan olmanın yolunun "dinsel bir eğitimle" ilgili olmadığını öğrencim en azından. Zaten 3 yıl sonra, pek çok alanda rasyonalite arayan bir "birey" olarak dini mekteple yollarımı ayırdım. İki yıla yakın yaşadığım bir boşluk sonrasında, ilginç biçimde Yunus Emre'nin yüzyıllar öncesinde Anadolu'ya ektiği tohumları keşfederek bireysel "inanç yolculuğuma" kaldığım yerden devam ettim. Bu, fazlasıyla hamur götüren mevzularda söyleyecek şey çok ama konumuzu dağıtmamak adına çocuk yetiştirmede "irfani mod" meselesine dönüş yapayım. :-)
 
Yukarıda çizdiğim eksende, lise sonrası eğitim hayatımda “Ne okuyayım” sorusunun cevabını da arayarak bulmaya çalıştım. Abimler de benzer şekilde “ne dükkanı açayım” sorusuna cevabı çoğunlukla kendileri buldular. Bu nedenle, nikelajdan polisaja, motosiklet yedek parçası imalatından mobilya imalatına, oto alım satımından züccaciye ticaretine, son olarak da yatak-baza ihracatçısı olmaya kadar uzanan geniş bir yelpazede ticaret ve imalat işleri ile iştigal edildi ailede. Buradan anlaşılıyor ki, tercihler konusunda dayatma veya yönlendirme pek bir işe yaramıyor. Yetenekler, çalkantılı biçimde de olsa belli bir dugunluğa ve durağanlığa doğru yol alıyor.
Son ölçüye gelince, "paranın kıymetini" çok iyi öğrettiği kesin… Çünkü seksenlerde ona ulaşmak çok zordu. Annem zaruri kullanılan haller dışında parayı sürekli tasarruf ederdi. Bunu eli sıkı olduğundan değil, çocuklarının sermaye derdine derman olmak adına bilinçli biçimde yaptığını 1982’de Eski Sanayi'de ilk imalat ve ticaret girşimi olan nikelaj dükkanı için kolları sıvadığımızda anladık. Ne kadar birikimi varsa, sermaye olmak üzere bir çırpıda yastığın altından çıkarıvermişti. Rahmetli Boyacı Mehmet dayı bile bu özelliğini bildiği için, paraya sıkışınca “Aba! Para var mı?” der ve onun kapısını çalardı.

Velhasıl Anne Sultan, şimdilik 80 yıla baliğ olmuş ömründe eğitimli bir anne babanın pek çok özelliklerine sahip oldu. Bunun en önemli zorlayıcı nedeni belki de çocuklarına yaklaşık yarım yüzyıldır “hem anne hem baba” olmak zorunda kalmasıydı. Hayat üniversitesi denen şey de bu olmalı sanırım. Allah hayırlı ve uzun ömürler versin zatı alilerine. Bize de yaşamdan ders çıkarabilme ve çocuklarımıza rehber olabilme yetisi bahşetsin!👋

Tekrar iyi bayramlarınız olsun!


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

yaşar nezihe bükülmez, hayatı-şiirleri

  YASAR NEZIHE BÜKÜLMEZ (Yaşar Nezihe Hanım) (17 Ocak 1880 - 5 Kasım 1971) İstanbullu şair, altı yaşındayken annesini kaybeder. İzin almaksızın bir yıl süreyle okula gittiği için babası tarafından evden kovulunca okuldan ayrılmak zorunda kalır. Üç kez evlenir. Üç oğlundan ikisini yitirince, kendisini hayatta kalan tek oğluna adar. Küçük yaşta şiir yazmağa heveslenir. İlk şiirleri “Malumat ve Terakki” ile “Nazikter” dergilerinde Mazlume, Mahmure, Mehcure imzalarıyla yayımlanır. İki kez intihara kalkışır. Şiirlerinde ekmek mücadelesini dile getirdi ve dönemin toplumsal sorunlarına eğildi. Ezilen insanların sorunlarını kendi sorunu olarak gördü; işçiye ve eylemlerine sahip çıktı ve bu nedenle işçi eylemlerini destekleyici şiirler de yazdı. Amele Cemiyeti’ne üye oldu. Şiirlerine el konulan ilk kadın şairdir. Şiirleri Kadınlar Dünyası Dergisi'nde sıkça yayınlandı. Şarkılar da yazdı. 17 sene Esirgeme Derneği’ne iş işlemiş. Şark Eşya Pazarı’nda(1), Darphane'de çalışmış. Hi...

cumhuriyet meselesi

Tepeden aşağıya doğru devlete ve topluma yeni bir biçim verme projesi olarak hayata geçmiş olan cumhuriyet fikri, aradan geçen 101 yıla rağmen toplumun bir çok dindar-muhafazakar damarında halen oldukça düşük bir nabızda atmaya devam ediyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri, nizam-ı kadim adı verilen, en az bin yıldır tahkim etmiş ve son bir kaç asırdır üzerinde çivi bile oynatılmasına bilinçli biçimde karşı çıkmış bir zihniyetin her halükarda ve ısrarla galip geldiğini düşünüyor olagelmesi sayılabilir. Zira, kılcallarda büyük bir titizlikle, olanca temkinlilik haliyle ve idris küçükömer usta’nın deyimiyle doğucu-abdülhamitçi rotada ilerlemeye devam eden bu paradoksal hal, okumuş bazı kesimlerin zihinlerini de esaret altına almaya devam ediyor. Oysa “Alternatifiniz neydi beyler” diye yöneltilecek bir sorunun muhtemelen berrak bir cevabı yok. Hilafet, şeriat, saltanat ya da bunların herhangi bir kombinasyonunu savunmak için hem hikayenin başında hem de günümüzde elimizde yeterli kanıt...

Tu Guli : Sen Gülsün

Kars’ta türkü akşamlarında dilimizden düşürmediğimiz bu içten türkü takılıverdi dilime birden. Yeniden nağmeleri çağladı ruhumda ve nedenini bilmediğim bir huzur kapladı içimi. Belki eski bir dosta tekrar kavuşmak, belki hüzünlü bir türküde bile huzur bulmak coşkun halimi açıklayabilirdi. Onbeş yıl önce sıkça dinlediğimiz bu yanık türkü, o zaman altı yedi yaşlarında olan kızlarımın diline de pelesenk olmuştu. “Tı guli aç baba” derlerdi. Şimdi birisi hukukçuluğa diğeri mühendisliğe yelken açmış kızlarım, o masum dünyalarında kendilerine ait anlamlar bulmuş olmalıydı. Hepsinden öte, daha öncesinde bir türkü tadında bile terennüm etme fırsatı bulamadığımız başka bir dilden (mahkemelerimizdeki tutanaklarda en azından on yıl önce “bilinmeyen bir dil” diye geçen) gönlümüze akan bu nağmeler karşısında bigane kalmak neredeyse imkansızdı. gPolitik çağrışımlardan uzak bir şekilde Allah’ın ayetlerinden birisi sayılmasına rağmen görmezden gelinen bu tartışmayı tekrar tutuşturmaya gücüm ve enerjim ...