altı yıldır, üzerine yüzbinlerce yorum yapılmış, spekülasyonlara konu olmuş ve çoğu kimsenin ucundan kendi bakış açısına sabitlemek için çekip durduğu bu olay(lar zinciri) de neyin nesiydi? zincirin halkasının nerede başladığı, nasıl gerginleştiği ve nasıl bu kadar sert biçimde koptuğu, hatta atomlarına ayrıldığı sorularının cevaplarını, tam emin olmamakla birlikte tarih ve tarihçiler verebilir. buradan, mezkur ayrışma veya tozlaşma sürecinin ekonomi-politiğini yapmak istemediğim anlaşılıyor olmalı. bunun yerine, hem bir zihniyet analizine ışık tutma bakımından malum travmatik dönemin hemen ertesinde yaşanan gerçek bir hadise(ler) zincirinden kesit sunarak manzaraya başka bir pencere açmaya çalışacağım.
altı yıl önce bir kaç gün içinde vuku bulan ama muhatapları nezdinde etkisi yıllardır devam eden bu kesit olayın temel öznesi, iyi bildiğim(i sandığım) bir akademisyen arkadaşım oldu. anadolu'nun mütevazi bir şehrinde bir fakültenin dekanlığını yapmakta olan bu "dindar" zat bir süre önce, "dürüst çocuklar" olarak değerlendirerek, kendilerinden kimseye zarar gelmeyeceğine inandığı "dindar" öğrencilere evini kiraya vermiştir. zamanla hava siyaseten gerginleşmiş olsa bile, aldığı "dini terbiye" gereği öğrencileri evinden kovamamış ama asla olayların bu raddeye geleceğine de ihtimal vermemiştir.
kader bu ya! gelgiti bir hayli yüksek bir zaman diliminin sonunda olanlar olmuş ve memleket-i şahane (!) dönülmez bir yola girmiştir. etrafta olup bitenler, farzı misal o gece neler olduğunu anlamak isterken kulağının dibinden vızıldayarak geçen gerçek öldürücü nesnelere tanıklık etmiş bu satırların yazarının yaşadığı gibi objektif haller bir yana biz anadolu'nun o sakin şehrine geri dönelim ve zihniyet analizi yapma çabamıza devam edelim. ... ortalık toz duman olduktan ve kümülatif bir cadı avının başlayacağı anlaşıldıktan hemen sonra mezkur "dindar" öğrenciler, evini kiraladıkları yine kendileri gibi "dini bütün" hocanın evinden terk-i diyar ederler. böyle bir firari hal karşısında ne yapacağı konusunda hiç bir fikri olmayan hoca, canının bir yongası olarak gördüğü evinin yolunu tutar ve elbette içeri girmesi zor olmaz.
manzara adeta bir kasırga sonrasını andırmaktadır. terkedilmiş bu mekanda ortalık yerde çok sayıda "dini nitelikli eser" bulunmaktadır. pek çoğu, hadisenin sıcaklığıyla, değil dekanlık görevi yapan sıradan bir adamın ipini çekmeye yetecek nitelikteki bu "dini eserler" akşama kadar poşetlere istiflenir. ev temizlenmiştir. giden gitmiş ve olası başka kiracılar için yeniden hazır hale gelmiştir. ama bir sorun daha vardır: içeriği konusunda hararetli tartışmalar yapılsa da bu en azından içinde "dini metinler" barındıran kitaplar çöpe atılabilir mi? tahmin edileceği gibi, olayın kahramanı hoca, "dini geleneklerin" yüzyıllardır bir şablona oturttuğu "ortalık yere atmama", bunun yerine "yakma yöntemini kullanma" seçeneğini masaya yatırmakta kararlıdır. böylece vicdani bir rahatsızlık yaşamayacak ve hatta "günah işleme" fiilini irtikap etmeyecektir. bunun için, ihraz etmiş olduğu makamdan aldığı güç, kendine güveni ve "dini misyona" uygun biçimde bir işi sonuçlandırma arzusu ile bir saatlik mesafede bulunan kayınpederinin bahçesinde bu dini kitapları "yakmak üzere" yola çıkar.
gün içinde, "dindar-firari" öğrencilerin bıraktıkları enkazı temizlemek, derleyip toparlamak için sarfettiği efor bir hayli fazladır ama biricik kızını da yanına alarak hem dedeyi ziyaret etme hem de "kutsal" misyonu" tamamlama güdüsü baskın gelir. diğer yandan kader ağlarını örmüş ve kutsal bir iş için bile olsa yorgunluğun ağır yükü bedenine baskı yapmaya başlamıştır. tam menzile yaklaşmışken, uykusuzluk ve yorgunluk nedeniyle kontrolden çıkan otomobil ana yolun dışına çıkmış bir kaç takla attıktan sonra ancak durabilmiştir. gözler açılır. şükür ki hem kendisinde hem de kızında bir sorun yoktur. yavaşça otomobilden inerler. bu sırada etraftan bu dramatik olaya şahit olanların ihbarıyla jandarma olay yerine intikal eder.
buraya kadarki her şey, günümüz koşulları içerisinde pürüzsüz ve olması gereken gibi görünürken gözden kaçan bir şey vardır: arabanın bagajında bulunan "dini içerikli" kitaplar... işte o kitaplar savrulma sonucu artık yerinde ve poşetlerinde durmamaktadır. kitaplar geniş bir araziye rastgele saçılmış bir halde, o günün koşulları içerisinde karşılaşılabilecek en kötü manzarayı oluşturacak biçimde yayılmıştır. "ben falan fakültenin dekanıyım ve aslında bu kitapları yakmaya götürüyordum" gibi cümlelerin ancak eksi sonsuz bir kıymetinin olduğunun anlaşılması gecikmeyecektir.
derhal gözaltına alınır ve ilçe emineyete sevkedilir. ifadelerin hiç bir öneminin olmadığı, hatta bir başka akademisyen arkadaşın "kimsenin kimseye şefaatinin olmadığı günler" diye nitelediği ve adeta kıyamet günü ile özdeşleştirilen bu eyyamda manzaranın böyle taçlanması hiç de şaşılacak bir durum değildir. bir kaç gün içinde ilçedeki mahkemeye çıkarılır. ifadesi alınır. "dindar kimliğin bir göstergesi" sayılan ve bu nedenle kullanmayı tercih ettiği anlaşılan "türbanlı" bir hakim tarafından tutuklu yargılanmak üzere cezaevine sevkedilmesine karar verilir.
kıyamet günü provası gibi gerçekleşen olayların hemen hemen hiç bir yerinde politik olarak durmadığına emin olduğumuz "dindar nitelikli" hoca arkadaşımızın, mahakeme sonrası salıverileceği konusunda kendimizden emin biçimde dışarıda bekleşirken elleri kelepçeli dışarı çıkışı ömrümde tekrar karşılaşmayı hiç istemeyeceğim bir manzara olmuştur. en üst siyasi bağlantılara ulaşılmasına rağmen bir aydan fazla cezaevinde kalan arkadaşın takipsizlik meselesi neredeyse bir kaç yılını aldı. o küçük anadolu şehrinde önüne gelen sazı eline aldı, kendince türkü söylemeye çalıştı, üniversite yönetimine bel altı vuruş denemeleri için araçsallaştırdı, vs...
buraya kadar meydana gelen olaylar zincirinin nasıl cereyan ettiğini ve hala nasıl temadi etmekte olduğunu merak edenler varsa, bu yazıda tırnak içerisine alınmış niteleme ve tanımlara göz atıversin! nitekim zincirin ilk halkasından sonuna kadar, din, dindarlık, dini kimlik, dini terbiye gibi kavramların belirleyici değişkenler olduğu görülüyor. buradan, karşılıklı inşa edilmiş yapay kimliklerin mevcut sorunların anlaşılmasında ve çözüme ulaştırılmasında ne denli yetersiz kaldığı idrak ediliyor. cevabını çok iyi verdiğimizi düşündüğümüz soruların anlaşılma aşamasını bile geçmekte yetersiz kaldığımız gerçeğine ulaşılıyor. "onlar sahte, biz gerçek", "bizden olmayan yerin dibine girsin", "benim en kötü adamım başkasının en iyisinden daha iyidir", "bu gün ben burada olmazsam, düşmanım olacak demektir" gibi ayrıştırıcı, ötekileştirici dillerin evrensel nitelikte "sıfır" hükmünde olduğu gerçeği gün yüzüne çıkıyor. tanrı adına topluma dizayn ve ayar verecek şekilde düşünmek; o'nun adına toplumsal kümelerimizi meşrulaştırarak yücelten hükümler çıkarmak ve son olarak "amaca ulaşmak için her yolun meşru olduğu" makyavelist pragmatizme saplanmak şeklinde tezahür eden hastalıklı haller tanımlanıyor....
tanrı'dan niyazım odur ki, önce kendisine inandığını iddia edenlere dünyayı yeterince açıklama gücü (bilimsel düşünce) versin! zira bu gücü elde edenlerin, dünyayı anlamlandırma (dini düşünce) konusunda evrensel ölçüler içerisinde hareket etme potansiyelleri daha muhtemel görünmektedir. eldeki malzemenin zaman içinde anlattığı budur. zihinsel bir dönüşümün yaşanmaması halinde benzer başka malzemelerden çıkarılacak olası sonuçlar da ne yazık ki öncekilerden farklı olmayacaktır.
Yorumlar