Ana içeriğe atla

Önyargının ya da 14 Mayıs'ın Sosyo-Politiği


Çocukluğum, akıncı gençlerin duvarlara kahramanca (!) “Tek Yol İslam” yazıları yazdığı, Milli Selamet Partisi ve onun efsanevi liderinin tek kurtuluş reçetesi olarak sunulduğu bir ortamda geçti. Rahmetli Mehmet dedem, askerde iken onun bölüğünde çavuşluk görevi üstlenmesine rağmen Rahmetli Türkeş ve ekibi ile bile mesafeli oldu. Türkeş’i hep saygı duyduğu bir komutanı olarak görmek istedi belli ki. Ardından, dedemle hayatta iken yıldızları fazla barışmasa da rahmetli babam da bayrağı taşımaya devam etti. Öyle ki, yazarlarını hiç tanımadığı ve sadece taraftarlık niyetine desteklemek adına Millî Gazete hisselerini satın almıştı.

Zira ilginç biçimde mevzu rahmetli Erbakan Hoca’ya gelince her şey aniden değişiverirdi. Çünkü din, iman, kitap gibi kavramları bolca kullanarak ve Konya’nın muhafazakâr halkının cumhuriyetle yaşadığı tarihsel dezavantajlı konumunu örtük biçimde vurgulayarak samimi olduğuna inandırmıştı Konyalıları. Belki de samimiydi, bilinmez. Zira Ahmet Tabakoğlu hocamdan “duyduğuma inanmamayı, gördüğümün ise yarısına inanmayı” ilkesel olarak öğrenmiştim. Zira diğer yarısı halüsinasyon olabilirdi. 😊 Yani Konyalılar, dindar bir insan gördükleri Erbakan'a “memleketi Sinop'tan yüksek oranda destek verdikleri” için kendilerini ayrıcalıklı hissederlerdi. Ya da benim gözlemlediklerim bunlardı...

Önyargı ile ilgili asıl mevzunun biraz kaydığını fark ediyorum. Aslında rahmetli Demirel’den ve ona yönelik yerel toplumsal önyargılardan bahsedip Kılıçdaroğlu ve Erdoğan polemikleri ile paralellik kurmaya çalışmak istiyordum. Zira Konya’da Demirelciler de çoktu. O da “Cenab-ı Allah” sözünü ağzından düşürmezdi. Buna rağmen bizim Selametçiler adamı bir türlü samimi bulmazlardı. 

Bunun en belirleyici nedeni ise o’nun mason olmasına ilişkindi. O zamanlar muhafazakâr çevrelerde birisinin şaibeli durumunu açıklayan önemli ölçülerden birisi idi zira mason olmak. Eşinin başının açık olması gibi unsurları da ekleyince “selametçi kesim” bu adama asla ısınamadı. Öyle de hayata veda etti gitti adamcağız. Oysa o da kendileri gibi Sünni idi, komşu vilayet Isparta’dandı ama hele masonluğu yok mu, onun kabule mazhar olmasını engelliyordu. Zira masonluğu dinsizlik münafıklık gibi olumsuz her kavramla benzer görürlerdi.

Bendeniz de bu tarihsel ve toplumsal bilinçaltının tetiklemesi nedeniyle, nerdeyse vefat edinceye kadar Rahmetli’ye yönelik bu türlü bir ön yargıdan vazgeçemediğimi itiraf etmeliyim. Bu konuyu fazla uzatmaya gerek yok ama 28 Şubat sürecindeki devletçi tutumu Demirel önyargısının devamı konusunda etkili olmuştur. Hoş, devletçilik şablonu, neredeyse son çeyrek yüzyılımızı şekillendirmiş olan sahaların tek galibi hâkim parti'nin (tek parti ifadesi başka çağrışımlar yapıyor zira) hararetli destekçilerinin de önemle kutsadığı bir olgu oluverdi sonradan. Buna rağmen doksanlı yıllarda sistemin üvey evladı olduklarından kendilerini bir tür toplumsal anarşist gibi değerlendirmeyi tercih ediyorlardı. 

Hatta hiç unutmam, şimdi ünlü ve zengin bir sanayici olan yakın bir akrabam, 1990'ların sonlarında 28 Şubat kararlarından selametçi çevrenin çok bunaldığını ve etkin mücadele için silahlanmayı düşündüklerini dilinden kaçırmıştı. Elbette sonradan aklı selimin galip geldiğini ve bir toplumun kendi askerine karşı silahlanması kadar absürt bir şeyin olmadığı düzleminde bir uzlaşının ortaya çıktığını da eklemeyi unutmadı. 😐 Kısaca kamu erkini temsil eden güçlerle devrimci bir çatışma içerisine girmenin yüzyıllara uzanan "kutsal devlet" algısı ile çelişeceği konusunda muhafazakar akılda taşlar fazla gecikmeden yerine oturmuştu. 

Bizim selametçi kesim, Özal’la birlikte devletle arasını bir miktar düzeltmişti ve dünyaya bakış açısını çabucak değiştirme potansiyeline sahip ekonomik fırsatlardan yararlanmaya başlamıştı oysa. Buna rağmen araya 28 Şubat’ın soğuk rüzgarları girince eski ön kabuller tekrar nüksedivermişti. Bu kesime mensup olanlar genel olarak kendilerini devrimci (!) olarak tanımlıyorlardı. Hadi buna inkılab-ı islami taraftarı diyelim orta yolu bulmak için. Hemen hemen tamamının Kemalist olarak adlandırdıkları sistemle sorunları vardı. Öyle ki, sarhoşu bile sabaha kadar meyhanede kafayı çekip mahalleye geldiğinde, bu perişan hallerinin tek sorumlusunun Atatürk olduğunu iddia edecek kadar radikal, bir o kadar da paradoksal bir dünya tasarısına sahipti. Çok yakın bir arkadaşımın alkolik babası vesilesiyle bu türlü hallere fazlasıyla tanıklık etmiştim. Bu eş-dost-akraba çevremiz sonradan paraya pula, dünyalık nimetlere fazlasıyla kavuşunca Atatürk’le pozisyonlarını fazla sorgulamamayı tercih ettiler elbette. Ya da hesaplaşma meselesini sunni takiyyecilik düzleminde zamana yaymaya özen gösterdiler diyelim. Tıpkı bir kısım hâkim parti elitlerinin başarılı biçimde sürdürdükleri bu hassas konudaki pragmatik duruşuna tamamen tabi oldular dense yeridir.

Uzun bir giriş oldu ama olası (!) Kılıçdaroğlu-Erdoğan rekabetinde ilkinin şansının, o kadar negatif faktör orta yerde uçuşurken neden göreceli olarak düşük olduğunu başka türlü anlatamazdım. Diyeceğim o ki, toplumsal önyargı çağındayız hala ve seçmenlerin adaylara ahlaki düzlemden ziyade afaki zeminden baktığını ibretle müşahede ediyoruz. Hala bireyselleşememiş kitle toplumunun örneklerini görmemiz bu yüzden sanırım. Osmanlı'da diğerlerine yönelik hoşgörü zemininin yeşermesinde uzun süre etkili faktörlerden sayılan Alevi-Bektaşi inanç yorumu, toplumun geniş bir tabakasını hiç ilgilendirmiyor şimdi. Doğal olarak bu kesimin temsilcisi olarak düşündükleri hemen herkes, bu kişi dünyanın en dürüst, en şaibesiz adamı olsa bile ona karşı mesafeli tutumlarını aşabilmiş değiller. Şablonlar yerine oturmuş durumda ve bu şablonlar, statükonun değişimi için şimdilik yeterince malzeme sunmuyor. Konu uzun ve çetrefilli kuşkusuz. Başka faktörlere de değinmek gerekir ama küçük bir dikdörtgen ekrana bakarak yazabildiklerim şimdilik bunlar.

Mutlu seçimleriniz olsun!


Not: Yeri gelmişken, bu yazının başındaki fotoda sağdaki adamı tasvir için Şehriyar'ın enfes dizelerine başvurmak geldi içimden.

Menim atam süfreli bir kişiydi,
El elinden tutmak onun işiydi,
Gözellerin âhire kalmışıydı,
Ondan sonra dönergeler döndüler, 
Mehebbetin çırağları söndüler. 

Yorumlar

mehmet tarık dedi ki…
yani başkanım?

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yaşar Nezihe Bükülmez (Hayatı ve Şiirleri)

  YASAR NEZIHE BÜKÜLMEZ (Yaşar Nezihe Hanım) (17 Ocak 1880 - 5 Kasım 1971) İstanbullu şair, altı yaşındayken annesini kaybeder. İzin almaksızın bir yıl süreyle okula gittiği için babası tarafından evden kovulunca okuldan ayrılmak zorunda kalır. Üç kez evlenir. Üç oğlundan ikisini yitirince, kendisini hayatta kalan tek oğluna adar. Küçük yaşta şiir yazmağa heveslenir. İlk şiirleri “Malumat ve Terakki” ile “Nazikter” dergilerinde Mazlume, Mahmure, Mehcure imzalarıyla yayımlanır. İki kez intihara kalkışır. Şiirlerinde ekmek mücadelesini dile getirdi ve dönemin toplumsal sorunlarına eğildi. Ezilen insanların sorunlarını kendi sorunu olarak gördü; işçiye ve eylemlerine sahip çıktı ve bu nedenle işçi eylemlerini destekleyici şiirler de yazdı. Amele Cemiyeti’ne üye oldu. Şiirlerine el konulan ilk kadın şairdir. Şiirleri Kadınlar Dünyası Dergisi'nde sıkça yayınlandı. Şarkılar da yazdı. 17 sene Esirgeme Derneği’ne iş işlemiş. Şark Eşya Pazarı’nda(1), Darphane'de çalışmış. Hi

Dünyanın Tüm Bayramları Geri Dönülmezdir!

Dünyanın Tüm Sabahları adlı ünlü film, sinema, müzik, estetik ve aşkı buluşturur. 17. yy sonlarında Fransa’da, sarayda başlayan filmde saray müzisyeni, büyük bir salonda kederli bir halde öğrencilerine ders verirken mutsuz bir ruh hali ile konuşuyor. Çok saygı duyduğu ustasından söz etmeye başlıyor. Büyük bir viyola sanatçısı olan ustası, karısının ölümünden sonra çiftliğindeki kulübede inzivaya çekilmiş halde iki kızıyla yaşamıştır. Bazen karısını yanında hayal eden, ona aşkını koruyan ustası, saraydan aldığı teklifi düşünmeden ilkeleri uğruna geri çevirir. Bu ilkeler, saray müzisyenliği yapmamak, müziği sarayın emrine sokmamak, müzikte şan-şöhret aramamak gibidir. Bir gün genç bir müzisyen gelir yanına ve onu eğitmeyi belli şartlarla kabul eder ama genç, ustasının ilkelerini çiğner ve saraya müzisyen olur. Film, günümüz insanına ve ahlaki tercihlerine atıfta bulunuyor, yaşama nasıl bir anlam vereceğimizle ilgileniyor. Ne için yaşadığımız veya çalıştığımızı, sanatı neden ve kim için y

Türkiye’nin Ekonomik Yüz Yılı: Temel Dinamikler ve Gelişmeler

  Mehmet Dikkaya   Künye: Mehmet Dikkaya, “Türkiye’nin Ekonomik Yüz Yılı: Temel Dinamikler ve Gelişmeler”, Türk Yurdu , Ağustos 2023, ss. 16-22. Türkiye ekonomisinin yüz yılında birçok temel değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. Sektörel ve yapısal bazda meydana gelen bu değişimin bir sonucu olarak yüz yıl sonunda ekonomik açıdan bambaşka bir manzara ortaya çıkmıştır. Yüz yıl öncesi ve yüz yıl sonrası karşılaştırmasında hayal edilen bir ekonomik yapının varlığından söz edilemez. Lakin içinden geldiğimiz coğrafya ve dezavantajlı bir başlangıç seti oluşturan tarihsel arka plan düşünüldüğünde bu manzara küçümsenmeyecek bir ilerlemeye tekabül etmektedir. Bu savı ispatlamak için evvela önceki yüzyıllardan kalan mirasa odaklanmak yerinde olacaktır. Osmanlı’dan Kalan Miras Osmanlı’nın klasik döneminde (1300-1600) iktisat ve siyaset dengesini koruyup geliştiren bir düzene sahip olduğu, toprak, esnaf sistemi ve ticaretin birey, toplum ve devletin ihtiyaçları arasında dengeyi kurmaya odaklandığı a