Çocukluğum, akıncı gençlerin duvarlara kahramanca (!) “Tek Yol İslam” yazıları yazdığı, Milli Selamet Partisi ve onun efsanevi liderinin tek kurtuluş reçetesi olarak sunulduğu bir ortamda geçti. Rahmetli Mehmet dedem, askerde iken onun bölüğünde çavuşluk görevi üstlenmesine rağmen Rahmetli Türkeş ve ekibi ile bile mesafeli oldu. Türkeş’i hep saygı duyduğu bir komutanı olarak görmek istedi belli ki. Ardından, dedemle hayatta iken yıldızları fazla barışmasa da rahmetli babam da bayrağı taşımaya devam etti. Öyle ki, yazarlarını hiç tanımadığı ve sadece taraftarlık niyetine desteklemek adına Millî Gazete hisselerini satın almıştı.
Zira ilginç biçimde mevzu rahmetli Erbakan Hoca’ya gelince her şey aniden değişiverirdi. Çünkü din, iman, kitap gibi kavramları bolca kullanarak ve Konya’nın muhafazakâr halkının cumhuriyetle yaşadığı tarihsel dezavantajlı konumunu örtük biçimde vurgulayarak samimi olduğuna inandırmıştı Konyalıları. Belki de samimiydi, bilinmez. Zira Ahmet Tabakoğlu hocamdan “duyduğuma inanmamayı, gördüğümün ise yarısına inanmayı” ilkesel olarak öğrenmiştim. Zira diğer yarısı halüsinasyon olabilirdi. 😊 Yani Konyalılar, dindar bir insan gördükleri Erbakan'a “memleketi Sinop'tan yüksek oranda destek verdikleri” için kendilerini ayrıcalıklı hissederlerdi. Ya da benim gözlemlediklerim bunlardı...
Önyargı ile ilgili asıl mevzunun biraz kaydığını fark ediyorum. Aslında rahmetli Demirel’den ve ona yönelik yerel toplumsal önyargılardan bahsedip Kılıçdaroğlu ve Erdoğan polemikleri ile paralellik kurmaya çalışmak istiyordum. Zira Konya’da Demirelciler de çoktu. O da “Cenab-ı Allah” sözünü ağzından düşürmezdi. Buna rağmen bizim Selametçiler adamı bir türlü samimi bulmazlardı.
Bunun en belirleyici nedeni ise o’nun mason olmasına ilişkindi. O zamanlar muhafazakâr çevrelerde birisinin şaibeli durumunu açıklayan önemli ölçülerden birisi idi zira mason olmak. Eşinin başının açık olması gibi unsurları da ekleyince “selametçi kesim” bu adama asla ısınamadı. Öyle de hayata veda etti gitti adamcağız. Oysa o da kendileri gibi Sünni idi, komşu vilayet Isparta’dandı ama hele masonluğu yok mu, onun kabule mazhar olmasını engelliyordu. Zira masonluğu dinsizlik münafıklık gibi olumsuz her kavramla benzer görürlerdi.
Bendeniz de bu tarihsel ve toplumsal bilinçaltının tetiklemesi nedeniyle, nerdeyse vefat edinceye kadar Rahmetli’ye yönelik bu türlü bir ön yargıdan vazgeçemediğimi itiraf etmeliyim. Bu konuyu fazla uzatmaya gerek yok ama 28 Şubat sürecindeki devletçi tutumu Demirel önyargısının devamı konusunda etkili olmuştur. Hoş, devletçilik şablonu, neredeyse son çeyrek yüzyılımızı şekillendirmiş olan sahaların tek galibi hâkim parti'nin (tek parti ifadesi başka çağrışımlar yapıyor zira) hararetli destekçilerinin de önemle kutsadığı bir olgu oluverdi sonradan. Buna rağmen doksanlı yıllarda sistemin üvey evladı olduklarından kendilerini bir tür toplumsal anarşist gibi değerlendirmeyi tercih ediyorlardı.
Hatta hiç unutmam, şimdi ünlü ve zengin bir sanayici olan yakın bir akrabam, 1990'ların sonlarında 28 Şubat kararlarından selametçi çevrenin çok bunaldığını ve etkin mücadele için silahlanmayı düşündüklerini dilinden kaçırmıştı. Elbette sonradan aklı selimin galip geldiğini ve bir toplumun kendi askerine karşı silahlanması kadar absürt bir şeyin olmadığı düzleminde bir uzlaşının ortaya çıktığını da eklemeyi unutmadı. 😐 Kısaca kamu erkini temsil eden güçlerle devrimci bir çatışma içerisine girmenin yüzyıllara uzanan "kutsal devlet" algısı ile çelişeceği konusunda muhafazakar akılda taşlar fazla gecikmeden yerine oturmuştu.
Bizim selametçi kesim, Özal’la birlikte devletle arasını bir miktar düzeltmişti ve dünyaya bakış açısını çabucak değiştirme potansiyeline sahip ekonomik fırsatlardan yararlanmaya başlamıştı oysa. Buna rağmen araya 28 Şubat’ın soğuk rüzgarları girince eski ön kabuller tekrar nüksedivermişti. Bu kesime mensup olanlar genel olarak kendilerini devrimci (!) olarak tanımlıyorlardı. Hadi buna inkılab-ı islami taraftarı diyelim orta yolu bulmak için. Hemen hemen tamamının Kemalist olarak adlandırdıkları sistemle sorunları vardı. Öyle ki, sarhoşu bile sabaha kadar meyhanede kafayı çekip mahalleye geldiğinde, bu perişan hallerinin tek sorumlusunun Atatürk olduğunu iddia edecek kadar radikal, bir o kadar da paradoksal bir dünya tasarısına sahipti. Çok yakın bir arkadaşımın alkolik babası vesilesiyle bu türlü hallere fazlasıyla tanıklık etmiştim. Bu eş-dost-akraba çevremiz sonradan paraya pula, dünyalık nimetlere fazlasıyla kavuşunca Atatürk’le pozisyonlarını fazla sorgulamamayı tercih ettiler elbette. Ya da hesaplaşma meselesini sunni takiyyecilik düzleminde zamana yaymaya özen gösterdiler diyelim. Tıpkı bir kısım hâkim parti elitlerinin başarılı biçimde sürdürdükleri bu hassas konudaki pragmatik duruşuna tamamen tabi oldular dense yeridir.
Uzun bir giriş oldu ama olası (!) Kılıçdaroğlu-Erdoğan rekabetinde ilkinin şansının, o kadar negatif faktör orta yerde uçuşurken neden göreceli olarak düşük olduğunu başka türlü anlatamazdım. Diyeceğim o ki, toplumsal önyargı çağındayız hala ve seçmenlerin adaylara ahlaki düzlemden ziyade afaki zeminden baktığını ibretle müşahede ediyoruz. Hala bireyselleşememiş kitle toplumunun örneklerini görmemiz bu yüzden sanırım. Osmanlı'da diğerlerine yönelik hoşgörü zemininin yeşermesinde uzun süre etkili faktörlerden sayılan Alevi-Bektaşi inanç yorumu, toplumun geniş bir tabakasını hiç ilgilendirmiyor şimdi. Doğal olarak bu kesimin temsilcisi olarak düşündükleri hemen herkes, bu kişi dünyanın en dürüst, en şaibesiz adamı olsa bile ona karşı mesafeli tutumlarını aşabilmiş değiller. Şablonlar yerine oturmuş durumda ve bu şablonlar, statükonun değişimi için şimdilik yeterince malzeme sunmuyor. Konu uzun ve çetrefilli kuşkusuz. Başka faktörlere de değinmek gerekir ama küçük bir dikdörtgen ekrana bakarak yazabildiklerim şimdilik bunlar.
Mutlu seçimleriniz olsun!
Not: Yeri gelmişken, bu yazının başındaki fotoda sağdaki adamı tasvir için Şehriyar'ın enfes dizelerine başvurmak geldi içimden.
El elinden tutmak onun işiydi,
Gözellerin âhire kalmışıydı,
Ondan sonra dönergeler döndüler,
Mehebbetin çırağları söndüler.
Yorumlar