Ana içeriğe atla

Söylem ile Eylem Arasında İnsan


İstisnasız her cuma sabahın erken saatlerinde huzur verici bir radyo programını sunan sunucunun anlattığı dini hikayelerin sesiyle uyanırdık. Tek bir radyo vardı ülkede ve o da "Allah var şimdi", tekel olmanın hakkını vermeye çalışırdı. Ya da biz öyle zannederdik. Büyülenmiş gibiydik çünkü oradan duyduklarımız karşısında. Pek çok ahlaki hikaye minik hafızalarımıza kazınırdı.

Aslında o minik hafızalara, uzun ve zorlu geçen günlerin ve ayların saliseleri kazınmıştı adeta. Bitip tükenmek bilmeyecek günler yaşıyoruz diye düşünürdük. Şimdiki kuşakların evlenmek için bile erken gördükleri otuzlu yaşlara gelmiş insanlar gözümüzde baba veya dede gibi görünürdü. Hatta bir gün o yaşlarda esmer, bıyıklı ve tipi pek de düzgün olmayan bir adamı kızdırma gafletinde bulunmuştum da unutamadığım en büyük macera filminin başrol oyuncusu oluvermiştim birden. Mahallede seyyar satıcılık yapan bu adam, Yaşar Destici ve Rahmetli Yunus Zengin ve İbrahim Kandemir gibi arkadaşlarla top oynuyorken ters laflar etti hepimize sanırım. Normalde ağzından kolay laf çıkmayan birisi olarak susmam gerekirken aniden "faziletfüruşluk" damarım kabarıvermiş olmalı ki kocaman adama dikleşivermiştim. Adamcağız da nasıl bir ruh halinde ise, sadece hakkını arayan, kendisinin ve arkadaşlarının onurunun peşindeki küçük bir çocuğun peşine düşüp kovalamaya başlamıştı.

Sürek avını başlayacağını fark etmemin ardından saniyeler geçmeden tabana kuvvet kaçmaya başladım ama adam hem benden hızlı hem de "fair play" dışı bir kavganın içine çekmek istiyordu beni. Nasıl mı? Yolları henüz asfalt görmemiş Küçük Kovanağzı caddesinin sağında solunda eline geçirdiği kocaman taşları ardımdan savurarak elbette... O zamana kadar hiç o kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Zira o taşlar kulaklarımın sağından solundan vızıldayarak geçiyordu. Tıpkı uğursuz bir temmuz gecesi, etrafta neler olup bitiyor diye merakla dışarıya çıktığımda ve başkentin en hareketli merkezlerinden birine ulaştığımda kulağımın dibinden vızıldayan kör kurşunlara benzer bir durumu idrak ettiğimi çok sonraları anlayacaktım. Oysa Şair Nedim'in, "Tahammül mülkünü yıktın, Hülagü Han mısın kafir" dizelerinin varlığından bile henüz haberim yoktu ama büyük bir barbarlıkla karşı karşıya kalmıştım.

O badireyi nasıl atlattığımı fazla hatırlamıyorum. Muhtemelen adam yorulmuş ve seyyar arabasını düşündüğü için peşimi bırakmıştı. Ben de minik ama kıvrak bedenimle bahçelerin arasından gözden kaybolmuştum elbette. Bu büyük tehlikeyi savuşturup arkadaşlarımın yanına dönmüştüm sonunda. Bana yapılan hunharca saldırı karşısında onların bağrışmalarının etkisi oldu mu bilmiyorum ama hayat karşısında büyük bir sınavdan geçmiştim. Çünkü o kadar sert taş sallıyordu ki ardımdan seyyar satıcı, bir tanesinin sekip kafama isabet etmesiyle cansız yere serilmemim aynı anda olacağına emindim.

Bir yaz günü yaşanan bu heyecanlı film sahnesi benzeri durumun bir Ramazan günü icra ediliyor olması idi belki de imdadıma yetişen. Adam açlıktan yorgun düşmüş ve cinayet işleme enerjisini kendinde bulamamış olabilirdi. Mahallede bizim gibi on yaş altı çocuklar dışında hemen herkes oruç tutardı. Biz de bir başında, bir ortasında, bir sonunda gibi simetri oyunlarıyla ayak uydurmaya çalışırdık bu geleneksel alışkanlığa. Ramazanların en önemli ritüellerinden birisi de teravihler idi kuşkusuz.

Bu arada evlere yeni yeni televizyonlar gelmeye başlamış ve olanca cazibeleriyle, o vakte kadar önemli bir sosyalleşme aracı olan teravihlerdeki muhabbet ortamlarını ikame etmeye başlamıştı. Bu nedenle teravihe gitmeyip televizyon izlemek daha cazip olsa da akşam caminin yolunu tutmuştum. Tam kapıdan içeri adımımı atacaktım ki bir de ne göreyim? Gündüz beni kovalayan ve yüzünü zihnime kazıdığım, vahşilerden farkı olmayan seyyar satıcı da camiye gelmişti. Allah'tan beni fark etmedi ama hemen çocukluk refleksiyle camiden sıvışıp eve geri dönmem çok zor olmadı. Canımı sokakta bulmamıştım elbette.

Bir kaç teravih camiyi ekince bu durum, büyük ağabeylerimin dikkatinden kaçmamıştı. Kendileri de düzenli gitmezlerdi camiye ama küçük kardeşlerinin cami alışkanlığını kazanması konusunda son derece bilinç (!) sahibi idiler. Bu paradoksal durum ilginç biçimde hafızama kazınmıştı çocukluğumun geçtiği Kovanağzı çevresinde. Daha uzaklardaki akrabaların halleri de çok farklı değildi kuşkusuz. Teori ve pratik arasındaki bu ikileme dinin bakış açısını sonradan öğrenecektim ama çocuk halimle bile bu paradoksal halden rahatsızdım. Nitekim Saff Suresi'nin daha başında, inananların "yapmadıkları şeyleri söylemesinin Allah nezdinde çirkin bir davranış olduğu" belirtiliyordu.

1980'lerin başlarında dikkatimi çeken bu tür samimiyetsizlik halleri, günümüzün en temel sorunlardan birisi de olan, "bir dine sahip olunca aynı zamanda üstün ahlaklı olunacağına inanma ve bu konuda kesin biçimde aldanma" gibi bir durumu yansıtıyordu. Demek ki, sadece inandığımız dinin bizi iyi ahlaklı bireyler yapacağına dair yanılgılarımız yarım yüzyıldır devam eden sorunlar yumağının bir ucunu temsil etmektedir. Örneğin 1980'lerde arada içki vs. konularında kaçamaklar yapmakta beis görmeyen erkekler bile, kadın cinsinden varlıklara karşı dini kurallara uyma konusunda çok katı idiler. Bazı geceler alem yapan ama eve dönünce kız çocuğunu başını kapatmıyor diye tartaklayan babalar gördü bu gözler o dönemde ne yazık ki.

Hatta bir kez de ben karşılaştım böyle bir şiddet riski ile... Yaşamı ve içindekileri sorgulamaya başladığım zamanlarda dini ritüelleri yerine getirme konusunda şikayet edilmiştim evde bulunan yaş itibarıyla en büyük ağabeyime. Hemen bir sopa bulunup getirilmesini emretti evin bir despotun emrine direnme lüksüne sahip olamayan diğer bireylerine. Bir kalın değnek huzura getirildi kısa bir süre içerisinde. Dayak safhasına geçmedi bu zevzeklik süreci ama yöntemin samimiyetsizliği apaçıktı, zira aynı ritüelin umurunda olmadığı birisi tarafından cezalandırılma riski ile karşı karşıya kalmak bile onur kırıcı olmuştu minik ruhumda.

Bütün bu tecrübeler, günümüz koşullarında bile, bir değerin en fazla bayraktarlığını yapanın mutlaka o değerin en büyük sömürücülerinden birisi olduğu gerçeğine ulaştırıyor bizi. Muhtemelen eksik yanlarını bu şekilde tamamlamaya çalışıyorlar. Veya vicdanlarına bu yolla yama vurmak istiyorlar. Bir mesleğe yan yollardan ve sonradan intisap edenler, bu nedenle o meşrebin en katı müdavimleri oluyor. Aynı şekilde altmış yaşına kadar cami yüzü görmemiş ve ağustos böceği gibi gününü gün etmiş pek çok insan, yaşlanıp da ölüme karşı çaresizlik hissetmeye başladıklarında, camilere onca engeli aşarak gelmiş çocuklara bu nedenle tahammül edemiyorlar.

Söylem ile eylemin tutarsızlığı, aslında insanın varoluş hikayesine bire bir uyuyor. Buradaki tek önemli nokta, bu tutarsızlığı fark edebilmek ve dünyayı yaşanmaz hale getiren, vicdanları yaralayan ve merhametsizliği teşvik eden paradoksal hallerden özenle kaçınmak olmalıdır.
...
Seyyar satıcı ile hikayemiz nasıl mı bitti? Adam ağabeylerimden birinin arkadaşı çıktı ve araya giren hatırlı kişiler sayesinde bir noktada uzlaştık. En azından çocuk dünyamda bir süre frankeştayn gibi tehlikeli bir varlık haline gelmiş olan adam artık tehlikeli birisi olmaktan çıkmıştı. Kovalanırken arkamdan acımasızca fırlatılan taşlardan birisinin başıma isabet etmesi halinde sorumluluğun kimde olacağı ve böylesi merhamet yoksunu bir sosyo-psikolojinin nasıl yeşermiş olduğu ise hala bir muamma olmaya devam ediyor...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

yaşar nezihe bükülmez, hayatı-şiirleri

  YASAR NEZIHE BÜKÜLMEZ (Yaşar Nezihe Hanım) (17 Ocak 1880 - 5 Kasım 1971) İstanbullu şair, altı yaşındayken annesini kaybeder. İzin almaksızın bir yıl süreyle okula gittiği için babası tarafından evden kovulunca okuldan ayrılmak zorunda kalır. Üç kez evlenir. Üç oğlundan ikisini yitirince, kendisini hayatta kalan tek oğluna adar. Küçük yaşta şiir yazmağa heveslenir. İlk şiirleri “Malumat ve Terakki” ile “Nazikter” dergilerinde Mazlume, Mahmure, Mehcure imzalarıyla yayımlanır. İki kez intihara kalkışır. Şiirlerinde ekmek mücadelesini dile getirdi ve dönemin toplumsal sorunlarına eğildi. Ezilen insanların sorunlarını kendi sorunu olarak gördü; işçiye ve eylemlerine sahip çıktı ve bu nedenle işçi eylemlerini destekleyici şiirler de yazdı. Amele Cemiyeti’ne üye oldu. Şiirlerine el konulan ilk kadın şairdir. Şiirleri Kadınlar Dünyası Dergisi'nde sıkça yayınlandı. Şarkılar da yazdı. 17 sene Esirgeme Derneği’ne iş işlemiş. Şark Eşya Pazarı’nda(1), Darphane'de çalışmış. Hi...

Türkiye’nin Ekonomik Yüz Yılı: Temel Dinamikler ve Gelişmeler

  Mehmet Dikkaya   Künye: Mehmet Dikkaya, “Türkiye’nin Ekonomik Yüz Yılı: Temel Dinamikler ve Gelişmeler”, Türk Yurdu , Ağustos 2023, ss. 16-22. Türkiye ekonomisinin yüz yılında birçok temel değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. Sektörel ve yapısal bazda meydana gelen bu değişimin bir sonucu olarak yüz yıl sonunda ekonomik açıdan bambaşka bir manzara ortaya çıkmıştır. Yüz yıl öncesi ve yüz yıl sonrası karşılaştırmasında hayal edilen bir ekonomik yapının varlığından söz edilemez. Lakin içinden geldiğimiz coğrafya ve dezavantajlı bir başlangıç seti oluşturan tarihsel arka plan düşünüldüğünde bu manzara küçümsenmeyecek bir ilerlemeye tekabül etmektedir. Bu savı ispatlamak için evvela önceki yüzyıllardan kalan mirasa odaklanmak yerinde olacaktır. Osmanlı’dan Kalan Miras Osmanlı’nın klasik döneminde (1300-1600) iktisat ve siyaset dengesini koruyup geliştiren bir düzene sahip olduğu, toprak, esnaf sistemi ve ticaretin birey, toplum ve devletin ihtiyaçları arasında dengeyi kurmaya odak...

hayata bir mola olarak bayram

Nereye gittiği bilinmeyen ama inatla akmaya da devam eden hayat yolculuğunun önemli duraklarından birisi olarak bayramlar hep ilginç görünmüştür. Sadece yaşam için bir mola olması değildir bayramı cazip kılan. Aslında bizatihi hayatın önemli bir şahididir bayramlar. Çocukluk dönemlerimiz, gençlik yıllarımız, kendi ailemizi kurduktan sonra yaşadığımız dönemeçler hep bayramlar vesilesiyle hatırımızda kalmaya devam eder. Genelde bayramda alınan ışıl ışıl elbiseler, gıcır gıcır ayakkabılar, ilk servetlerimizi oluşturan harçlıklar, ilk kez karşılaştığımız akrabalarımız ve o günlere özel hazırlanmış enfes yemekler, baklavalar, börekler hep bayramların damaklarımızda bıraktığı tükenmez tatlardır. O sarmalar ki nazenin ellerde ince ince dokunmuş, o börekler ki yaprak yaprak döşenmiş, o baklavalar ki ince ince dilimlenmiş ve sevgilisiyle buluşmayı bekleyen körpe birer aşık gibiydiler. Arife günü ayakkabı alır ilk kez bayramda giymek üzere en kuytu yerde saklardık. Bir keresinde mahalleleri kola...