Mehmet Dikkaya
Türkiye ekonomisinin yüz yılında birçok temel değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. Sektörel ve yapısal bazda meydana gelen bu değişimin bir sonucu olarak yüz yıl sonunda ekonomik açıdan bambaşka bir manzara ortaya çıkmıştır. Yüz yıl öncesi ve yüz yıl sonrası karşılaştırmasında hayal edilen bir ekonomik yapının varlığından söz edilemez. Lakin içinden geldiğimiz coğrafya ve dezavantajlı bir başlangıç seti oluşturan tarihsel arka plan düşünüldüğünde bu manzara küçümsenmeyecek bir ilerlemeye tekabül etmektedir. Bu savı ispatlamak için evvela önceki yüzyıllardan kalan mirasa odaklanmak yerinde olacaktır.
Osmanlı’dan
Kalan Miras
Osmanlı’nın klasik
döneminde (1300-1600) iktisat ve siyaset dengesini koruyup geliştiren bir düzene
sahip olduğu, toprak, esnaf sistemi ve ticaretin birey, toplum ve devletin
ihtiyaçları arasında dengeyi kurmaya odaklandığı anlaşılmaktadır. Bu dengenin
bozulması ile müdahalenin sınırlarının başladığı ve bittiği, dengeler
oturuncaya kadar iktisadi hayata müdahalede gözünün kara olduğu sonra ise daha
dikkatli olduğu bilinmektedir. Bu dönem, zamanın şartları ve devletin
hedeflerini bir arada gözeten formüller bütünüdür. İhtiyaçlara yönelik ve arz
yönlü bakan bu zihniyette ihtiyaçlar krize meydan vermeden karşılanmak
istendiği için devletin ekonomiye müdahale etiği, toprağı, arazileri, loncaları
ve ticareti denetlediği görülür. Coğrafi keşiflerle ve ticari kapitalizmle
eşdeğer görülen Avrupa zihniyeti olan Merkantilizme göre sönük görünen bu
yaklaşım, despotizme de benzetilebilecek bir yöne sahip olmasına rağmen Osmanlı
için bir yaşam felsefesi olmuştur.
Nitekim temel
ihtiyaçların kolayca ve ucuz biçimde karşılanmasını amaçlayan iaşe ilkesiyle
ihracat zorlaşmış, ithalat kolaylaşmıştır. On altıncı yüzyılın sonlarında
tımarda bozulmalar başlamasına ve toprakta alternatif çözüm arayışları gündeme
gelmesine rağmen on dokuzuncu yüzyıla kadar iktisat düzeninin devam ettiği
görülmüştür. Önü alınamayan içsel sorunların tımara darbe vurarak maliyeyi
zaafa uğratmasının bir sonucu olarak on dokuzuncu yüzyılın başından itibaren
Osmanlı, klasik düzeni diriltmeden vazgeçerek Avrupa’ya ve Avrupa kurumlarına yönelmeye
başlamıştır. Diğer yandan, Avrupa’ya uyma ve temel sektörleri ayakta tutma
çabası Osmanlıyı başka zorlu bir sürece sokmuştur.
On altıncı
yüzyılın sonuna kadar, siyaset-iktisat uyumunda zirveye ulaşan sistemin aslında
birkaç yüz yıl daha devam edebilmesi olağan dışı bir durumdur ve yönetici
zümrenin gerileme nedenleri arasında sayılması için yeterli bir kanıt sunmaz.
Zira altı yüzyıl boyunca bir devletin istikrarlı ve bağımsız bir şekilde
varlığının nasıl sürdürdüğü üzerinde ayrıntılı olarak durmak iktiza eder.
Nitekim Osmanlı iktisat tarihçisi Mehmet Genç’in kanun-i kadim (gelenekçilik) ilkesi
bağlamında yaptığı yorum fevkalade yerindedir: ''Osmanlıların Batı'daki
gelişmeleri çok iyi bildiklerini, fakat benimsemediklerini anladım. İslami
hayatın gereği olan eşitliği sürdürmek için benimsemediler. Kimsenin aç ve
fakir kalmaması için, kurdukları düzeni devam ettirmek istediler.''[1]
Buna rağmen on
dokuzuncu yüzyıl, İlber Ortaylı gibi birçok tarihçinin isabetle kaydettiği gibi
Devlet-i Aliye’nin en uzun yüzyılıdır ve oldukça zorludur. Toprakları koruma
ihtiyacının ön plana çıkması ile sanayi devrimine uyum çabaları sonuçsuz
kalmıştır. Balta Limanı başta olmak üzere Avrupa ile yapılan ticaret
anlaşmaları sonucu açık pazar haline gelen bir zamanların memalik-i mahruse-i
şahanesi (ekilip dikilen muhteşem topraklar) on dokuzuncu yüzyılın ortasında
yaşanan Kırım Savaşı’nın faturası, yükselen dış ticaret ve bütçe açıkları, aşırı
borçlanma sarmalına girme, nihayetinde Muharrem Kararnamesi (1881) ve Tütün
Rejisi ile yarı sömürge bir ekonomiye evrilmiştir. Nitekim son yüzyılda kişi
başına milli gelir artışı yıllık yüzde bir civarında hesaplanmıştır. Sonuçta tarım
ağırlıklı, sanayisi yetersiz, insanları yoksul bir ekonomik manzara ortaya
çıkmıştır. En önemli sektör olan tarımda ikili bir yapı vardır; sınaî
bitkilerde (pamuk, fındık ve tütün gibi) üretim ve verim artışı gerçekleşmesine
mukabil diğer tarımsal ürünlerde düşük üretim düzeyi ve teknolojik gelişme
dikkat çekmektedir.
Sanayide alt
yapı yetersizdir ve Teşvik-i Sanayi Kanunu (1913) sayım anketlerine göre Osmanlı
sınırları içinde 282 tesis bulunmaktadır. Ağırlığı İstanbul (148 tesis %55) ve
İzmir’in (62 tesis %22) oluşturduğu bu tesisler arasında büyük tesisler devlete
ait (22 tesis) olup ordu ve sarayın ihtiyaçları üzerinde yoğunlaşmıştır.
Çoğunluğu küçük olan diğer tesisler ise özel kesime ait ve tüketim malları
üretiminde yoğunlaşmıştır. Bu yapı etrafında hayret edilecek biçimde sanayide
mülkiyetin Türk-İslam payının %20, gayrimüslim-azınlık payının ise %80
civarında olduğu dikkat çekmektedir. Hizmetler sektörü ulaştırma, finans ve
ticaretten oluşuyorken demiryolları yabancı sermaye arasında en önemli rekabet
alanı olmuş, bankacılık ve ticarette yabancı sermaye yatırımının %82’si
yoğunlaşmıştır. Örneğin Fransız-İngiliz sermayeli Osmanlı Bankası para basma
imtiyazını 1930’lu yıllara kadar devam ettirmiştir.
Yüzyıllar
boyunca ihracatı zorlaştırarak ithalatı kolaylaştıran bir gümrük rejimi uygulayan
Devlet-i Aliye için ibrede dengenin ortaya çıkması için 1860’ları beklemek
gerekecektir. Ülkede tüketim malı ihracını zorlaştırarak tüketim arzını güvence
altına almayı amaçlayan bu rejimde 1855 sonrası meydana gelen dış açık
genişlemesi ise dış ticaret hadlerinin bozulmasının doğal bir sonucudur.
Dünyaya satılan ve dünyadan satın alınan ürün fiyatları dengesindeki bozulmanın
pek doğal sonucu olan bu manzarada ihracatın ithalatı karşılama oranı %55 gibi
düşük bir orana inmiştir. Cumhuriyet’in bu tarihsel koşullar göz önünde
bulundurulduğunda yaklaşık olarak ajandasında nelerin olacağı da hemen hemen
netleşmiştir. Öncelikle milli bir girişimci sınıf yaratma, bu sınıf eliyle
sanayileşmeyi sağlama ve diğer sektörlerde de benzer bir dengeyi kurmak için
gerekli adımları atmak gerekecektir. Bu minvalde ana başlıklar itibarıyla
cumhuriyetin yüz yıllık ekonomik hikayesini masaya yatırmak mümkün
olabilecektir.
Cumhuriyet ve Sanayileşme
Türkiye'nin
ekonomik değişimi, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan sanayileşme süreciyle
hız kazanmıştır. İlk on yıl içerisinde milli bir girişimci sınıf oluşturma
çabaları kısa sürede beklenilen sonuç vermeyince 1930’lardan itibaren Atatürk
liderliğinde uygulanan sanayi planı çerçevesinde sanayi tesisleri kurulmuş, iç
pazar genişlemiş, üretim artmış ve yerli sanayinin gelişimi hızlanmıştır. 1930’larda
sanayi planı şeklinde ortaya çıkan bu ilerleme çizgisi Türkiye’nin tarihsel
olarak gerçekleştirdiği ilk en büyük sanayileşme hamlesi olmuştur. Hem bu
sektörün milli gelir payındaki sürekli artıştan, hem ihracatın onda dokuzunun
sanayi ürünleri arasından teşekkül etmesi ile sonuçlanan dışa açık gelişme
modelinin önemli ölçüde başarıyla sürdürülmesinden anlaşılacağı gibi, Osmanlı
döneminde cılız biçimde ortaya çıkan sınai gelişmenin rövanşı Cumhuriyetle
birlikte fazlasıyla alınmıştır.
Özellikle 24
Ocak 1980 Kararları ile Türk piyasalarının dünya ekonomisine eklemlenmesi ve
rekabetçiliğin daha öncelikli bir ilke halinde algılanmaya başlaması ile
çerçevesi şekillenen son dönemde bu sektör, katma değeri yüksek üretime ve
ihracata dayalı büyümeye odaklanmıştır. Yüksek teknoloji ve ileri teknoloji
yoğun sektörlerdeki üretim artışı, sanayi katma değerinin artmasına katkı
sağlamıştır. Özellikle otomotiv, tekstil, kimya, makine ve demir-çelik gibi
sektörlerde ihracat büyük bir öneme sahip hale gelmiştir. Sanayi yatırımlarını
teşvik amacıyla çeşitli önlemler alınmış, sanayi bölgeleri, serbest bölgeler ve
organize sanayi bölgeleri gibi yapılar oluşturulmuş ve bu bölgelerde yatırımlar
teşvik edilmiştir. Ayrıca, yabancı sermaye yatırımlarının artmasıyla birlikte,
sanayi sektöründe gelişim sağlanmıştır. Türk sanayi sektörü, aynı zamanda
teknolojik yeniliklere ve dijital dönüşüme odaklanmış Endüstri 4.0 kapsamında
otomasyon, robotik sistemler, yapay zekâ ve büyük veri gibi ileri
teknolojilerin kullanımı yaygınlaşmıştır. Bu gelişme, sanayi üretiminde
verimliliği ve rekabet gücünü artırmıştır. Özellikle savunma ve havacılık
sanayii, stratejik bir sektör olarak gelişim göstermiştir. Milli savunma
projeleri, yerli üretimin teşvik edilmesi, Ar-Ge faaliyetlerine yatırım
yapılması ve yerli savunma sanayii şirketlerinin kurulması, sektörün gelişimine
katkı sağlamıştır.
Türk sanayi
sektörünün gelişimi için nitelikli işgücü ve yetkinliklere olan ihtiyaç büyük
olmuştur. Bu nedenle, eğitim ve mesleki yetkinliklerin geliştirilmesine yönelik
politikalar, sanayi sektörünün büyümesi için önemlidir. Üniversite-sanayi
işbirliği, mesleki eğitim programları ve nitelikli işgücü yetiştirilmesi gibi
girişimler, sektörün gelişimini desteklemektedir. Sanayi sektörü, sürekli
olarak yenilikçilik, Ar-Ge ve teknolojik gelişime odaklanarak rekabetçiliğini
artırmaya çalışmaktadır. Ancak, altyapı eksiklikleri, enerji maliyetleri ve
bürokratik engeller gibi bazı zorluklar sektörün karşılaştığı sorunlardır. Bu
sorunların ele alınması ve destekleyici politikaların sürdürülmesi, Türkiye'nin
sanayi sektörünün daha da büyümesini sağlayacaktır.
Tarımsal
Değişim
Türkiye'nin
ekonomik dönüşümünde tarım sektörü de önemli bir rol oynamıştır. 20. yüzyılın
ortalarından itibaren Türk tarım sektörü modernizasyon ve verimlilik artışı
için gerçekleştirilen reformlarla büyük dönüşüm geçirmiştir. Tarımın
mekanizasyonu, sulama projeleri, toprak reformu ve tarımsal araştırma ve eğitimin
yaygınlaşmasında önlemler alınmıştır. Türkiye’nin, iklim ve coğrafi özellikler
bakımından zengin bir ülke olması nedeniyle tarım sektöründe geniş bir ürün
yelpazesi dikkat çekmektedir. Tahıllar, meyve ve sebzeler, yağlı tohumlar,
şeker pancarı, zeytin, çay, fındık, pamuk, süt ürünleri, et ve balık gibi birçok
ürün bu minvalde ele alınabilir. Tarımsal potansiyele sahip geniş tarım
arazilerine, verimli topraklara ve su kaynaklarına sahip olması, ülkeye
tarımsal üretim açısından önemli bir avantaj sağlamaktadır. Farklı iklim
bölgeleri ve mikro iklimlere sahip olması, çeşitli ürünlerin yetiştirilmesine
imkân tanımaktadır.
Diğer yandan
tarım sektörü, istihdamın önemli bir kaynağı olması ve kırsal bölgelerde
gerçekleşen tarımsal faaliyetlerin hala işgücünün altıda biri için önemli bir
geçim kaynağı olduğu dikkat çekmektedir. Avrupa ve ABD ortalamasının bir hayli
üzerindeki bu oran iktisadi verimsizliğin tarım eksenli bağlantılarına atıf
yapmaktadır. Bunun önemli nedenlerinden birisi ise sektörün, genellikle küçük
ölçekli çiftçilerin faaliyet gösterdiği bir yapıya sahip olmasıdır. Tarımsal
üretim, aile işletmeleri ve küçük çiftlikler aracılığıyla gerçekleştirildiği
için üretim tekniklerinin modernizasyonu ve verimlilik artışı açısından
zorluklar doğurmaktadır. Nitekim bu tarihsel misyonu yüksek olan sektörün milli
gelir içindeki payı ile istihdam payı arasında neredeyse üç kat fark
bulunmaktadır. Diğer bir ifadeyle bir birim gelir elde etmek için üç birim
istihdam koşulunun gerçekleşmesi gerekmektedir.
Diğer yandan Türkiye,
iklim çeşitliliği nedeniyle bazı tarım ürünlerinin yetiştirilmesi için
elverişli koşullara sahiptir. Tarım için gerekli su kaynakları, yer yer
yetersiz olduğundan sulama sistemlerinin modernizasyonu ve su yönetimi
politikaları, tarımın sürdürülebilirliği açısından önemli hale gelmektedir. Tarımsal
ürünlerinin ihracatta önemli bir rol oynaması, meyve, sebze, tahıl, şeker,
zeytinyağı, fındık, tekstil hammaddeleri gibi tarımsal ürünlerin ihraç edilmesi,
tarıma dayalı sanayi kollarına girdi temin edilmesi gibi hususlar tarım
sektörünü halen merkezi önemde değerlendirmeye yol açmaktadır. Buna rağmen tarımın
teknolojik yeniliklere ve verimlilik artışına odaklanarak sürdürülebilir bir
şekilde geliştirilmesi, altyapı yatırımları, sulama sistemlerinin
iyileştirilmesi, eğitim ve teknik destek gibi faktörlerin merkezi rol oynaması
Türkiye tarımının geleceği için önemlidir.
Hizmetler
Sektörünün Merkeze Yerleşmesi
Türkiye
tarihindeki erken dönemlerde, hizmetler sektörü daha çok ticaret ve zanaat
faaliyetleriyle temsil edilmiştir. Bu dönemde ticaret yolları üzerindeki
şehirlerde tüccarlar, zanaatkârlar ve hizmet tedarikçilerinin oluşturduğu
pazarlar ve loncalar önemli olmuştur. Hanlar, çarşılar ve ticaret merkezlerinin
gelişmiş olduğu Osmanlı döneminde hizmetler sektörü büyük çeşitlilik göstermiş,
sarayda çalışanlar, tüccarlar, esnaf, zanaatkârlar, kahvehane işletmecileri,
tüccar kervanlarına hizmet veren konaklar, hamamlar, çarşılar, camiler ve
medreseler gibi birçok hizmet kurumu faaliyette bulunmuştur. Bu dönemde
özellikle İstanbul, ticaret ve hizmetlerin yoğunlaştığı bir merkez haline gelmiştir.
Buna rağmen on dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin gerektirdiği finans ve lojistik
gelişim konusunda ilerlemeler oldukça cılız kalmış ve dışa bağımlılık olgusunun
en fazla geçerli olduğu bir sektör haline gelmiştir.
Cumhuriyetle
birlikte hizmetler sektörü önemli bir dönüşüm yaşamış, modern hizmet sektörleri
gelişmeye başlamıştır. Eğitim, sağlık, turizm, bankacılık, sigortacılık,
ulaşım, iletişim, perakende ve hizmet sektörlerinde reformlar ve kurumsal
yapılanmalar gerçekleştirilmiştir. Özellikle büyük şehirlerde hizmetler sektörü
canlanmış ve çeşitlenmiştir. 1980'lerden itibaren Türkiye'nin liberalleşme
politikaları hizmetler sektörünü daha da büyütmüş dış ticaretin liberalleşmesi,
yabancı sermaye yatırımlarının artması, turizm sektöründe meydana gelen gelişmeler,
bankacılık ve finansal hizmetlerin çeşitlenmesi gibi faktörler sektörün
genişlemesini ve milli gelirin en büyük kalemini (%60’lar civarı) oluşturmasını
sağlamıştır. Özellikle kamusal hizmet sektöründe (eğitim ve sağlık başta olmak
üzere) görülen verim düşüklüğü eksenli olarak istihdam gelir dengesinde bire
bir pozisyonun gerçekleştiği bu alan tarıma göre daha üretken olmasına rağmen
geliştirilmeye muhtaç alt sektörleri bünyesinde barındırmaktadır.
Son dönemde
bilgi ve iletişim teknolojilerindeki ilerlemelerle birlikte hızla büyüyen
sektörde internet, e-ticaret, dijital pazarlama, yazılım ve bilişim hizmetleri
gibi alanlarda yeni iş kolları ve girişimler ortaya çıkmış, e-ticaret
platformları, online hizmet sağlayıcıları ve dijital pazarlama ajansları gibi
sektörlerde büyük gelişme ortaya çıkmıştır. Bu sektör, ekonomik büyüme ve
istihdam yaratma açısından yaşamsal hale geliştir. Son yıllarda özellikle
turizm, sağlık hizmetleri, finansal hizmetler, bilgi teknolojileri, eğitim ve
danışmanlık gibi alanlarda büyük bir potansiyel olduğu anlaşılmıştır.
Teksas’tan İstanbul’a sağlık turizmi seferlerinin düzenlenmesi gibi örneklerden
anlaşılacağı gibi özellikle tıp hizmetlerinde ihracat potansiyeli gün geçtikçe
yükselmektedir. Turizmin gelir ve kapasite yaratıcı etkisi zaten 1980’lerden
itibaren, dış ticaret açığının her derinleştiği dönemde imdada yetişmeyi
bilmiştir.
Dış Ticaret:
Ekonomik Dinamizmin Önemli Göstergesi
Türkiye dış
ticareti, pek çok sektörde dinamizmin şekillenmesinde büyük paya sahip
olmuştur. İhracat açısından öne çıkan sektörler arasında otomotiv, tekstil,
kimya, makine, demir-çelik, tarım ürünleri, savunma sanayii ve hizmet sektörü
yer alırken ithalat enerji, hammadde, makine, elektronik eşya, otomotiv
parçaları, kimyasallar, gıda ürünleri gibi birçok kategoride gerçekleşmektedir.
Döviz kurunun dizginlenememesinde en önemli paya sahip olan dış ticaret
açığının (deliğinin) kapatılamamasında birincil rol olan enerjide dışa
bağımlılık olgusunun aşılması için diğer sektörlerde dış fazla vermenin
gerekliliği gün geçtikçe daha anlaşılır hale gelmektedir. Özellikle yüksek
teknoloji içerikli ve kolay taklit edilemeyen ürün ihracatının artırılması ile
bilişim alanı arasındaki yaşamsal ilişkinin yönetici elitlerce hızla kavranması
suretiyle yapısal reformların hayata geçmesi bu konuda kilit önemde
bulunmaktadır.
Dış ticarette
en büyük ticaret ortakları Avrupa Birliği (AB) ülkeleri, Orta Doğu, Kuzey
Amerika ve Asya iken özellikle Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa, ABD, Çin,
Rusya, Irak, İran ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerle ticaret hacminin
oldukça yüksek olduğu dikkat çekmektedir. Özellikle Rusya ve Çin ile son on yıl
içerisinde oluşan bağımlılık ilişkisi genellikle Türkiye açısından büyük dış
ticaret açığı şeklinde tezahür etmekte ve önlem almayı gerektirmektedir. Gümrük
birliği anlaşmaları ve serbest ticaret anlaşmalarıyla birçok ülkeyle ticareti
kolaylaştıran gelişmeler sonucu bugün dünyanın her ülkesine ihracat yapabilme
yetisine ulaşmış olan dış ticaret sektörü Türkiye’nin en dinamik ve aynı
zamanda en fazla dengenin kurulmasının gerektiği uğraş alanını oluşturmaktadır.
Finansal
Sektörün Gelişimi
Türkiye'nin
ekonomik değişiminde finansal sektör önemli bir faktördür. Bu konuda özellikle
1980’lerden itibaren bankacılık reformları gerçekleştirilmiş ve finansal
piyasaların derinleşmesi sağlanmıştır. Bankacılık sektöründeki yenilikler,
sermaye piyasalarının gelişimi ve finansal enstrümanların çeşitlenmesi,
ekonomik büyümeyi desteklemiştir.
Finansal
sistemin kökenleri Osmanlı dönemine dayanır ki bu dönemde bankacılık
faaliyetleri, loncalar aracılığıyla gerçekleştirilir, sarraflar ve tefeciler
finansal hizmetler sağlardı.
Cumhuriyet’le birlikte finansal sistemin modernizasyonu ve yapısal
dönüşümüne odaklanıldı. Bankaların kurumsallaşması ve düzenlemelerin
oluşturulmasıyla bankacılık sektörü güçlendirildi. Türkiye Cumhuriyet Merkez
Bankası (TCMB) 1930'da kuruldu ve Fransız-İngiliz sermayeli Osmanlı Bankası’nın
yarım asırdan fazla devam eden emisyon gücünü elinden alarak para politikasını
düzenleme yetkisine sahip oldu. Daha sonra çeşitli bankaların kurulmasıyla
finansal aracılık hizmetleri hızla gelişti. 1980'lerde başlayan ekonomik
liberalleşme dönemi, finansal sistemin önemli bir dönüşümüne yol açtı. Serbest
piyasa ekonomisine geçişle birlikte, bankacılık sektöründe yapılan özelleştirmeler,
yabancı sermaye girişi ve rekabet artışı gibi pozitif sonuçlar gözlemlendi. Sermaye
piyasalarının gelişimi de 1980'lerden itibaren hız kazanmış İstanbul Menkul
Kıymetler Borsası (BIST) önemli bir piyasa haline gelmiştir. Hisse senetleri,
tahviller, türev ürünler ve yatırım fonları gibi finansal enstrümanların işlem
gördüğü sermaye piyasaları derinleştirilmiştir.
Bu dönemde
meydana gelen ölçüsüz ve denetimsiz serbestleşme sonucunda Türkiye, 1994, 1999
ve 2001 yıllarında önemli finansal krizler yaşamış, bu krizler, finansal
sistemin zayıflıklarını ve düzenlemelerdeki eksiklikleri ortaya çıkarmıştır.
Krizlerin ardından gerçekleşen finansal sektör reformları ile bankacılık
denetimi güçlendirilmiş ve finansal istikrarı sağlamak amacıyla tedbirler alınmıştır.
Böylece 2008 yılından itibaren dünyadaki büyük ekonomileri kasıp kavuran
küresel finansal krize karşı önceden yeterli önlemler alınabilmiştir.
Son dönemde Türkiye'de
finansal sektörde dijitalleşme (fintech) alanında önemli gelişmeler
yaşanmaktadır. Mobil ödeme, dijital bankacılık, e-ticaret ödeme sistemleri ve
yatırım platformları gibi finansal teknoloji hizmetleri yaygınlaşmaktadır. Bu
gelişmeler, finansal erişilebilirliği artırmak, hizmetleri kolaylaştırmak ve
finansal gelişimi teşvik etmek amacıyla yapılmaktadır. Türk finansal sisteminin
gelişimi, güçlü düzenlemeler ve denetimlerin yanı sıra rekabetçilik, dijital
dönüşüm, finansal kapsayıcılık ve istikrarın sağlanması gibi faktörlere
odaklanmaktadır. Bununla birlikte, finansal istikrarın sürdürülmesi, risk
yönetimi ve kaliteli kredi sağlaması gibi konular önemlidir. Türkiye, finansal
sisteminin güçlendirilmesi ve sürdürülebilir bir şekilde büyümesi için sürekli
olarak yenilikçi ve etkili politikaları uygulamaktadır.
Bilgi ve
İletişim Teknolojileri (BİT) Devrimine Uyum
Son yıllarda
Türkiye ekonomisinin değişiminde bilgi ve iletişim teknolojileri sektörü büyük
bir önem kazanmış, telekomünikasyon altyapısının iyileştirilmesi, geniş bant
internet erişiminin yaygınlaşması ve mobil iletişim teknolojilerindeki
ilerlemeler, Türkiye'nin dijital ekonomiye geçişini hızlandırmıştır. Kırsal
bölgelerde erişim konusunda bazı zorluklar devam etse de BİT altyapısının
geliştirilmesi konusunda geniş bant internet erişimi yanında fiber optik ağlar,
mobil telekomünikasyon altyapısı gibi altyapı yatırımları sayesinde genel
olarak yüksek hızlı ve yaygın bir internet erişimi sağlanmaktadır.
Türkiye, kamu
sektöründe dijital dönüşümü teşvik etmek amacıyla e-devlet projelerini hayata
geçirmiş, elektronik kimlik kartları, online kamu hizmetleri ve diğer dijital
uygulamalar vatandaşların kamu hizmetlerine daha kolay erişimini sağlamıştır.
Benzer şekilde son dönemde girişimcilik ve yenilikçilik alanında önemli gelişmeler
kaydedilmiştir. Özellikle teknoloji ve BİT sektöründe girişimcilik ekosistemi
güçlenmiş, çok sayıda kuluçka (start-up) şirketi, BİT alanında öncü projeler
geliştirmekte ve uluslararası pazarda rekabet etmeye çalışmaktadır. E-ticaret
sektörü de ülkede hızla büyümekte ve dijital pazarlama faaliyetleri
artmaktadır. İnternet üzerinden alışverişin yaygınlaşması, online ödeme
sistemlerinin gelişmesi ve e-ticaret platformlarının çeşitlenmesi Türkiye'nin
BİT devrimine uyumunu gösteren önemli adımlar olmuştur.
BİT sektöründe gerçekleşen
yatırımları ve Ar-Ge faaliyetlerini teşvik eden kamu sektörü üniversite-sanayi iş
birliği, teknoparklar, inovasyon merkezleri gibi yapılar aracılığıyla BİT
sektöründeki yenilikçi projelere destek vermektedir. Türkiye'nin BİT devrimine
uyumu olumlu bir yönde ilerlemekte olsa da bazı zorluklar ve fırsatlar da
vardır. Özellikle dijital eğitim, siber güvenlik, veri koruması, yetenekli iş
gücü yetiştirme gibi alanlarda daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. Ayrıca, teknoloji
kullanımı ve dijital becerilerin daha geniş kesimlere yayılması, dijital
uçurumun azaltılması için önemlidir. Kısaca Türkiye, BİT devrimine uyum sağlama
konusunda önemli adımlar atmış ve ilerlemeler kaydetmiştir. Ancak, sürekli
teknolojik yeniliklere ayak uydurmak, dijital becerilerin yaygınlaştırılması ve
dijital eşitsizliklerin azaltılması konularında çabaların sürdürülmesi gerekmektedir.
Aksi durumda 1930’larda başlayan sanayi hamlesinin 1950’lerden itibaren daha
dağınık bir yapıya bürünmesi ve sanayileşmede istikrardan uzaklaşamaya neden
olmasına benzer şekilde BİT alanındaki gelişmelerden kopuşun söz konusu olacağı
öngörülebilir.
Gelecek Yüz Yıl
İçin Öngörüler
Ekonomik
değişkenler birçok iç ve dış etkene bağlı olarak gelişim gösterdiği için bir
ekonominin geleceği konusunda kehanette bulunmak zor olabilir. Hele bu, pek çok
sürprizi bünyesinde barındırma özelliği taşıyan Türk ekonomisi için söz konusu
olursa güçlüğü anlamak daha karmaşık olabilir.
İlk ve önemli
konu, kaynağı ve biçimi konusunda ayrıca tartışılması gereken büyüme olgusudur.
Potansiyel olarak geçen yüzyılı, yıllık %7 büyüme oranına sahip olmasına rağmen
bu potansiyelin 2-3 puan altında bir ortalama ile kat etmiş bir ülke olarak
Türkiye’de âtıl kapasite sorununun bulunmaktadır. Türkiye, genç ve dinamik
nüfusu, coğrafi konumu ve birçok sektörde rekabetçi bir güce erişme potansiyeline
sahip olması yönüyle ekonomik büyüme potansiyeline ulaşabilir. İç talepteki
artış, yatırım ve ticaret fırsatları, Türkiye ekonomisinin büyüme yolunda
ilerlemesine katkı sağlayabilir.
Son yıllarda
yapılan reformlar ve yatırım teşvikleriyle yatırım ortamını iyileştirmeye çalışan
ülkede daha iyi iş yapma koşulları, hukukun üstünlüğü, şeffaflık ve düşük
işletme maliyetleri gibi faktörlerin harekete geçmesinin bir sonucu olarak kendisine
yönelik yatırımları teşvik edebilir. Üretim ve istihdamın, yani reel sektörün
ilk öncülü olan yatırımların genişlemesi ve teşvik edilmesi, bir seferberlik
ilanına çıkmayı gerektirecek kadar önemlidir.
Türkiye'nin dış
ticaret hacmi ve ticarette çeşitliliğe sahip olması ihracata dayalı büyümeyi
destekleyip geliştirebilir. Ülke birçok sektörde rekabet avantajına sahiptir ve
ihracat potansiyeli çok yüksektir. Küresel ekonomik dalgalanmalar, ticaret
savaşları ve korumacılık eğilimleri gibi dış faktörler Türkiye'nin dış
ticaretini etkileyebilecek olsa da bu tür negatif faktörlerden etkilenmeyecek
ve ülkeye rekabetçi güç getirecek bir unsur vardır ki o da yüksek teknoloji
içerikli ürün ihracat hacminin genişlemesidir. Mevcut ihracat içeriğinin
%3-4’ünü aşamayan bu oranın en az %10’lar düzeyine yükseltilmesi
amaçlanmalıdır.
Bu noktada
hatıra, böyle bir ihracat genişlemesi projeksiyonunun ana unsurunu oluşturan teknolojik
inovasyonu teşvik etmek ve dijital dönüşümü hızlandırmak için geliştirilmesi
gereken stratejiler gelmektedir. Zira ancak yüksek teknoloji sektörlerindeki
büyüme potansiyelini geliştirmek, inovasyon ve Ar-Ge faaliyetlerine yapılan
yatırımları genişletmek Türkiye'nin ekonomik rekabetçiliğini artırabilir. Diğer
yandan Türkiye, sürdürülebilirlik hedefleri doğrultusunda çevre dostu projelere
ve yeşil ekonomiye odaklanmalı, temiz enerji kaynaklarına geçişi, enerji
verimliliğini, su kaynaklarının korunmasını ve çevresel sürdürülebilirlik gibi
alanlarda yapılan çalışmaları sürdürmeye çalışmalıdır.
Türkiye'nin
ekonomik geleceğinin, ilginç biçimde yüzüncü yılda (2023) yaşadıklarına benzer
şekilde bazı zorluklarla karşı karşıya kalmaması için pek çok önlemin
alınmasına ihtiyaç vardır. Bunlar arasında üç haneli rakamlara yaklaşan enflasyon
oranı, %10’ların üzerine çıkan işsizlik oranı, 0,45’lere doğru giden Gini
katsayısı ile temsil edilen gelir adaletsizliği sorunu, yabancı yatırımlarda
meydana gelen keskin dalgalanmalar, %60’lara varan dolarizasyon oranı, yüksek jeopolitik
riskler ve küresel ekonomik belirsizlikler yer almaktadır. Türkiye’nin hukuki
ve iktisadi reformları eş anlı olarak sürdürmeye çalışması, ekonomik
politikaların etkin bir şekilde yönetilmesi ve yapısal reformları sürdürmesi bu
noktada yaşamsal bir öneme sahiptir.
Yorumlar