Ana içeriğe atla

Aklı Ahmed, Gönlü Güner, Zevk-i Sayar



                                                                Ahmed-i Sani olan Ahmed’lere ithaf olunur.
 Prof. Dr. Zekai Özdemir

Tepeden Tırnağa Anadolu; Ahmed Güner Sayar

Bir varmış bir yokmuş, küçük bir ilçede doğan büyüyen bir  çocuk varmış. Üniversite yıllarında “Osmanlı, Osmanlı” diye gönül-kafa yorarmış. Sosyoloji hocası, Sabri Ülgener isimli bir hocanın kitaplarını tavsiye edince, o gün ki şartlar içinde ulaşabildiği kitaplarına ulaşıp okumuş. Sonra Zeki Velidi Togan’ın “Tarihte Usul” kitabıyla karşılaşmış. Bir taraftan Osmanlı diğer taraftan metodoloji okuyarak fakülteyi bitiren ilçeli genç üniversiteye asistan olmaya karar vermiş ve ilmi çalışmalarına ilk adımı atmış. Derken “Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması”, isimli bir kitapla karşılaşmış. Almış ve satır satır okudukça, yazarına hayranlığı artmış ve akabinde  “Bir İktisatçının Entellektüel portresi Sabri F. Ülgener” isimli kitabı eline geçmiş ve bir roman, bir hatıra, bir armağan kitabı okur gibi okumuş. İşte o günden sonra bu iki kitabın yazarından çok etkilenmiş ve fakültede tanırsam sükûtu hayale uğrarım diye hep kaçmış. Hatta fakültenin akademik kurul toplantılarında hiç konuşmayan bir hocanın o olduğunu düşünmüş ve uzaktan hocayı sevmiş, saygı göstermiş. Yıllar sonra bir doktora jürisine katılmak için asistanı gelip arabasıyla onu alıp, “şimdi de diğer jüri üyesi Ahmed beyi alıp gideceğiz” demiş. İşte o gün Ahmed hocayla yüz yüze gelmiş. Arabada Abdülbaki Gölpınarlı’dan sohbet edilmiş ve Yahya Kemal’ in Gölpınarlı ile ilgili şu mısrayı o gün hocanın ağzından tekrar duymuş;

Baki Pınarlı, Rıfkı Melül, birde bendeniz

Bizler, ikinci devre Melamilerdeniz

Bu dizeleri ilk kez kitabında okurken aklına şöyle bir çalışma yapmak gelmişti; Osmanlı siyasetinde Mevlevi’ler, ticaretinde Melamiler. Tabi ki böyle bir çalışma onu aşardı ama Ahmed hoca için çok hafif kalırdı. İşte, Ahmed Güner Sayar hocayla metafizik ilişkisi böyle başlamıştı.

Ahmed Güneri Sayar’ı döne döne okurken, kendini hep, eski bir arkadaşıyla orman yollarında ıslık çalarak yürürken veya karlı dağları seyir eder gibi fikri ve zevk-i selim içindeymiş gibi hissedermiş. Hele hiç tanımadığı, görmediği günlerde ondan, mekan olarak, beden olarak uzak fakat kitaplarıyla beyin ve gönül olarak yakınlardan daha yakın bir arkadaş, “kim olursan ol, yine gel”, yine oku diyen bir Mevlevi abi, bir dost olmuş.

Hoca onu hiç tanımadı, hatta tanıştırılmak için başkaları götürüldüğü günlerde, ona götürülenler hocayı tanımazken, o bütün kitaplarını okuyarak tanımış, sevmişti. Bişkek’te yalnızlık zindanında tek sohbet ettiği, ya hocanın kitapları veya Ala-Too dağlarının üzerindeki kışın kar, baharda ise gelinciklerdi. Hatta “Kırgızistan İhtilalinin Sosyolojik Arka Yüzü” başlıklı çalışması hocanın kitaplarıyla yaptığı sohbetin o günlerin hatırası değil ürünü olmuştu.

Ahmed hocayı niçin çok sevmişti; bunun iki sebebi vardı. Birincisi, Ülgener’i ve Süheyl Ünver’i ona ve herkese sevdirmesi, ikincisi ise yönetimden ve siyasetten uzak durarak, “Ne kadar az yönetilirsek o kadar iyi”, veya “En iyi yönetim, hiç yönetmemektir” fikriyle gizli gizli usta Emerson’un yönetimle ilgili düşüncesini benimsemesidir.

Ahmed hocanın en önemli vasfı “yaratıcı okur” olmasıdır. Bugün kaç tane var “yaratıcı okur” veya akademisyen. Schumpeter “yaratıcı yıkım”dan bahis ederken Ahmed hoca yaratıcı okur olarak Schumpeter’in de önüne geçmiştir.

İstanbul’a geldiği ve yolun başında olduğu günlerde Ülgener önünde, Osmanlı ile ilgili kafasındaki sorunları, açmazları tek tek açarken, Ahmed hoca, anlamasına daha çok yardımcı oluyordu. Ahmed hoca olmasa Ülgener’le ilgili aşağıdaki yazıyı kaleme alabilir miydi hiç?

Bendeki Ülgener;

Sabri Ülgener, Osmanlı iktisadını şiirimsi romantizmden dramatik tiyatroya çeviren, çağdaşlarının aksine o dönemin tedirgin ve gergin sürecinin sonuçlarını araştıran ilim ve fikir adamıdır. An’anevi bir iktisatçı gibi durur görünen Ülgener, aslında kendi şahsi iktisat stilini inşa etmiş sosyologdur. O da Weber gibi, kendinden önceki ortaçağ şarkını başarı ile tahlil ve tenkit etmiş bir aydındır. Eserleri kendisi ile barışık, hayatı ile ahenktar, kaderi ile uyum sağlamış bir Osmanlı’dan ziyade bütün bunların zıtlıklarını ile mündemiç olmuş Ortaçağı anlatan kütüphane gibidir.

Ülgener batılılaşmamış fakat batıyı idrak etmiş ve bu idrak ile büyük sarsıntılara gebe olacağını fark etmiş Osmanlı’yı analiz eden, Osmanlı-Cumhuriyet karışımı dehâ sahibi bir ruhun, İktisat Fakültesindeki yegana temsilcisidir. İnşa ettiği iktisadi yöntemin selefi yoktur. O geleneği zorlayarak aşan, şahsi bilgi yeteneği ve ailevi kültürünü bilim adamı üslubu ile bütünleştirmeyi başaran nev-i şahsına münhasır bir bilim insanıdır. Ülgener, iktisadi zihniyetin evrenselliğini, Osmanlı’yı fethederek keşif eden iktisat virtüözüdür.

Geleneksel iktisadın merkezinde asilleştirilen bireyi, toplumsallaştırmayı başaran Weber’in eksiklerini İslam akaidi ile tamamlayan Ülgener, Osmanlı’yı lâedri olmaktan kurtarmıştır. Kısacası, Ülgener’i Weber’den ayıran ve güçlü kılan İbn Haldun’ü yani “Şark Kütüphanesi’ni bilmesidir. Son dönem iktisatçılarını Ülgener’den ayıran ise, Weber’i bilip İbn-i Haldun’u bilmemeleridir.

Ülgener’den sonra Osmanlı’yı geleneksel düzlemden, iktisadi hakikatler dairesi içerisine çekerek analiz etmeyi başaran ikinci bir araştırmacının olmaması şaşırtıcı değildir. Bu, Ülgener’in Osmanlı’nın durgun tarihsel gölünü, dalgalandırmış olmasından ve bu nedenle de hiç bir araştırmacı bu dalgalı gölde kulaç atmaya cesaret edememiş olmasındandır. Başka bir ifade ile bu gün Osmanlı’nın üretim ve tüketim kültürünü bir “zihniyet” vasıtasıyla hangi suallerin sorulacağı ve nasıl cevaplar verileceği bilenlerin olmaması veya divan şiirini zevk-i selim ile okumak dururken onu, Osmanlı’yı analiz ederken “zihniyetin” aracısı olarak kullanmakta nereden çıktı denilmesinin bir sonucu olabilir mi acaba? Ülgener iktisat fakültesini kitlesel anlamda doktora üreten ve tüketen sanayi olmaktan çıkarmış ve tezi ile “felekten bir piyasa (gece) çalan” doktoratlara (ben dahil) hem örnek hem de mesajlar vermiştir. Bizatihi tezi, deruni ve fikri iktisada Türkiye’de ilk pencereyi açan ve Osmanlı ile ilgili sahih suallere şarklı bir insani şahsiyetiyle sahih cevaplar veren bir ansiklopedidir.

Sabri Ülgener, Osmanlı iktisadi zihniyetini, divan şiiri endüstrisinden ikmal eden bir filozoftur. Veya divan şiiri endüstrinin yapısal anlamada iktisadi tahlili yapan bir filozoftur.

Ülgener’in dünyası, içsel çelişkilerle dolu dünyalarını dışsal çelişkilere dönüştüren Marx ve Weber’inkinden farklıdır. Çünkü o “ahlâki ve dini” bir hakikat olarak almış ve öyle değerlendirmiştir. Bu da Ülgener’in “iç ve dış dengesini” sağlamış kâmil bir insan olmasından kaynaklanmıştır. Bu bağlamda Marx şayet Kapital’inde hakim olan cebirsel mistizm yerine, kavram mistizmini yapabilseydi veya kurabilseydi hem o çok benzemeye çalıştığı Zeus’un kendisi olur hem de Weber ve Ülgener’in hakkını da, taraftarlarının vermesine kaynaklık etmiş olurdu. 

Ülgener hoca, ismindeki sabr’dan sabırla, fahr’den gönülle nakış nakış işlemiş Osmanlı kilimini. Bize sadece kilimin üzerinde uyumak kalmış.

Ülgener’in ruhuna Fatiha okurken aklımdan hep şu cümlesi geçer; “Besmele ayağa gelmez, besmelenin ayağına gidilir.”

Ülgener hoca mekanistik iktisatçılarda çoğunlukla rastlanan tekyönlülüğün önünü bir yerden kestiği görülür.Bunu yaparken onun sosyolojiyi, tarihi olguları harmanlayarak felsefi bir atıf çizgisinden bakması elbette   Ülgener’i, sözü edilen mekânistik  iktisatçının maddeye bakışının çok ötesine götürmüştür[1]

Devletin şirazesi, toplumun endazesi, bireyin hendesesin kalmadığı için Osmanlı çözülmüştür.

Ülgener ve Weber metodolojine yeniden bir bakış;

Ülgener kendi döneminde bilim siyaset, bilim ticaret, bilim bürokrasi ve bilim ideolojilerden arındırmış Ömer Lütfi Barkan’dan sonraki tek bilim insanıdır. Ülgener Hegel’in metafiziği, Nietzsche’nin vitalizmi ve Marx’ın materyalizmine karşı kültür bilimini kavramlaştırma, kültür biliminin gerçekliğini ve tecrübesini bilgi boyutunda Osmanlı iktisat gerçeğine uygulamıştır. Bu anlamda Ülgener’in Türkiye’nin ilk ve tek yeni Kantçı epistomoloğu denebilir.Yani Ülgener kültür biliminin epistomolojik gerçekliğini metod olarak iktisat ve sosyolojide kullanarak farklılığını ortaya koymuştur. Özellikle etik ve estetik tinsellikleri uygulayarak bu metoda da katkı yaptığı söylenebilinir. Hatta “etik- estetik epistomolojik” üçleminde bir metedoloji geliştirdiği iddia edilebilinir. Onun için Etik ve estetik değerleri ideolojik olgudan kurtarıp bilimsel bilgi haline dönüştüren dünyadaki tek örnektir denilebilinir.

Ülgener’in Weber’e yakınlaştıran çizgi her ikisininde karanlık çağ olarak bilinen ortaçağa verdikleri önemdir. Ayrıldıkları çizginin ilki, birinin hristiyan diğerinin İslam toplumunu incelemesi ikincisi ise Ülgener’in şiir ve edebi ürünleri bilimsel bilgi olarak kabul edip araştırmasında üslup ( metod) olarak almasıdır. Kısaca, Ülgener, edebi ve şiir romantizmini sosyal pozitivizme dönüştürmesini becermesidir. Tabiki bu çizgide oluşunda Kemal Tahir ve Tanpınar’ın etkisinin olmadığı söylenemez. Bir anlamda bu iki edebiyatçının Türk tarih okulunun kurucuları olarak görürsek Ülgener’in de bu okulun bir üyesi olduğu   söylenebilinir.Weberin Alman tarihci okul üyeliği onu ulusalcı hatta ırkçı  yapmış olmasına rağmen Ülgener’in tarihselciliği hayatının hiç bir döneminde  onu ulusalcı yapmamış fakat Osmanlı’nın her ulusa olan yakınlığı onu kültürel anlamda evrenselci yapmıştır.

Bunlara ilave olarak Weber’in Menger etkisinde  Ülgener’in Keynes’e ve biraz da Schumpeter etkinsinde kaldığı gerçeğide inkar edilemez.” Usul ve esas” daki bu farklılık iktisattaki Keynes ve Menger  farklılığına götürmüş denilmez.Çünkü Keynes daha makro iken Menger daha mikrodur. Halbuki ki hem Weber hem Ülgener ortaçağ toplumlarını incelerken her ikiside bir o kadar “Makro” seviyede olmuşlardır.

Ülgener kültür bilim kaynaklarını kullanırken  Weber’in  yorumcu açıklamacı metodolojisini benimsemiş olmasına rağmen, şiir ve edebi değerleri anlamada serbestliğe önem vererek ondan ayrılmıştır. Dahası iktisadi zihniyetin gerçekliğini okuma ve görme gibi gözleme aracılığıyla, arkasındaki güdüleri anlamaya, açıklamaya ve yorumlamaya dayalı bir üslup kullandığı için Ülgener, Weber’i aşmıştır.

Ülgener iktisadi nesnelliği tarihsel ve edebi bilgilerin karakteristik özelliğinden hareket ederek şiir, gazel ve hikayeleri özelleştirerek genelleştirmiştir.Yani öznel olanı nesnel, nesnel olanı genelleştirmeyi başararak kendine özgü bir metot geliştirmiştir.Bu yönüyle Ülgener bir nebzede olsa dönemsellikten evrimselliği geçerek yine Weberyan metodoloji ye yakınlığını göstermiştir.

Weber ile Ülgener’i birbirine yakınlaştıran bir diğer husus biliminsanının siyasi ve ideolojik angajmandan uzak olmasıdır. Weber üyesi olduğu Alman Sosyoloji Derneğinden siyasileştiler diye ayrılırken, Ülgener yaşadığı dönemdeki diğer meslektaşlarından ayrı olarak hiç bir siyasi hareket ve fikrin içeriğinde bulunmamıştır.Ülgener’in hayatı boyunca tek bir mesleği vardır o da biliminsanı olmaktır.

Ülgener, “zaman ve zemine” Weber’den daha fazla önem vermiş her dönemin şairlerinin arkasındaki iktisadi zihniyet güdüsünü ayrı ayrı incelemiş ve sonra hepsini bütünleştirerek genel kanıya varmıştır. Weber’de var olan “ideal tip” Ülgener’de  zihniyet kavramında kendini gizlemiştir.Menger’in saf tip kavramı Weber’ de ideal tipe dönerken, Ülgener’de zihniyet kavramı İdeal tip olarak kalmış ve bu yönüyle Ülgener’i Keynes’ten koparıp, Menger’e yakınlaştırmıştır. Weber’de ideal tip “olması gereken değil olandır ve bu nedenlede hayali değil mantikidir”. Ülgener’de zihniyet kavramını aynı esas üzerine inşa etmiştir. Bu çerçevede Ülgener metodolojisi “tip ve sosyo-edebi” model olarak özgünleşmiştir.Böylece Ülgener, Hegel’ci, Marx’cı ve Weber’ci metodolojiden ayrılarak bir “Türk İktisat Metodolojisi” nin temellerini atmıştır.Ülgener’ in de Weber gibi dipnotları genelde din kaynaklı olmasına rağmen özelde İslam dini kaynaklıdır.Weber çalışmalarında İslam dinini yok saymış gibi hariç tutarak karşılaştırmalı din kaynaklı eserlerden de yaralanırken, Ülgener sırf İslam kaynaklı eserlere müracaat ederek batıya oldukça sert mesajlar vermiştir.

Ülgener Osmanlı inanç sisteminde var olduğunu iddia ettiği iktisadi zihniyeti incelerken inanç sisteminin rasyonelliğine de ulaşmıştır. Böylece zihniyeti akılcılaştırmıştır.Bu husus bir anlamda kendi döneminin bilim insanın Osmanlıyı küçük görmesine bir cevap niteliğinde olmuştur.

Ülgener döneminin ideoloji pazarına düşen meslektaşlarından uzaklaştıkça bilime daha yakın olmuş ve Göngör’ün deyimiyle iki elin parmakları arasında sayılacak biliminsanı listesine girmeyi hak etmiştir.Ülgener entellektüel gelişiminde Weber’in hemşerileri olan Alman kökenli bilim insanların olması da tarihi bir tesanüt değil olgusal bir gerçekliktir.

Ülgener ve Sayar’ın İktisat Fakültesinde buluşmuş olması ne kadar ilginçtir? Bunun bir tesadüf olduğunu söylemek veya düşünmek veya bir nebze dahi olsa akıldan geçirmek “akademik berduşluk” değil midir? Bu husus iki hocanın kaderi mi yoksa iktisat ilmininim kaderi midir? Bu durum bir hikmetmiş gibi herkesin bildiği bir sır olarak İktisat Fakültesinin koridorlarında hazine gibi saklı kalacaktır. İki hocanın buluşmasını hep neyle kudümün buluşmasına benzetmişimdir. Ömrümce, Ney, feryat eden bir bülbül, kudüm, kalp atışının ritmini bana hatırlatmıştır. İki hocanın bir araya gelmesi “neyle kudümün” birlikte müzik icra etmesi gibi iktisadi “güfte-beste” oluşturmuş ve okuyucuya bir iktisadi müzik “zevki-ahengi” vermişlerdir.

Velhasıl, Ahmed hoca “Ülgener mabedinin” kadim bekçisi hatta sertürbedarı olmuştur. Hatta diyebilirim ki, iki hocanın buluşması (teşbih de hata olmazmış, inşallah günahta olmaz); Mevla’na-Şems veya Fatih-Amiş Efendi” buluşmasına benzer. Ne denebilir ki bu benzetmeden sonra.Hatta ve hatta Ali Kuşçu Uluğ beye ne kadar yakınsa Ahmed Güner  beyde Sabri beye o kadar yakındır denebilir.Velhasıl Ahmed ve Sabri hocaların yakınlığı tıpkı Mümtaz Turhan Erol Güngör tıpkı Ömer Lütfi Barkan Mehmet Genç yakınlığı gibidir.

Buradan çıkan sonuç; hocasına yakın olan, “hoca” olur, uzak olan ise ya “tacir hoca” ya “siyasi hoca” olur.

Her iki hocamızın kitapları el-ele gönül gönüle “ana Rahmi’nden geldik pazara, bir kefen aldık indir mezara” diyen iktisatçı gariplerin el kitapları olmuştur denebilir.

Bilindiği gibi insanın üç hayatı var. Birincisi doğup-büyüdüğü-öldüğü kendi canlı hayatı. İkincisi doğum ve ölüm arasında yarattığı eserlerle ilgili hayatı. Üçüncüsü öldükten sonra eserleriyle canlı kaldığı hayat. Ülgener bu üç hayatı yaşadığı gibi, bir de Ahmed hocada dördüncü hayatını yaşamaktadır. Dördüncü hayat, her âlime her kula nasip olmayan nadir bir hayattır, bilirsiniz. Ahmed hocanın “Bir İktisatçının Entelektüele portresi Sabri F. Ülgener” çalışması işte böyle bir çalışmadır. Gözünüzün nuruna sağlık hocam.

Ahmed hocanın iktisat fakültesinde “buluştuğu” bir “Ahmed” daha var. Benim doktora hocam. Doktora Hocam Ahmed beyi tanıyan herkes ama herkes çok sever. Ama ben herkesin sevgisinin toplamından daha çok severim. Niçin mi? Birincisi Ülgener’e asistanlık yapmış, ikincisi Sayar’a akademik yaren olmuş olması, üçüncüsü benim gibi annesine senelerce bakmış olması ve dördüncüsü bana “sus”mayı öğretmiş olmasıdır. Sustum hep, hatta hocama sevdiğimi bir gün dahi söylemedim, belki “riya” yaparım diye. Herkes burada söylesin, ben “ahirette” söyleyeceğim ki, şahidim Allah olsun. Bu arada, unutmadan Ülgener hoca için ne demişti Yörük hoca; “gitti gelmez Sabri hoca, bardaklar yarıda kaldı, Yörük dostu, mahzun kaldı”. Haddimi aşarak bu mısraları yorumlarsam, Yörük hoca, Sabri hocaya mütevazi bir üslupla diyor ki, “gittin, iktisat gülünü susuz bıraktın”.

Dosta doğru yürüyen bu iki hocadan tekrar Ahmed hocaya dönülürse, Ahmed hoca ayrı ve farklı bir devrim yapmış gibi kimsenin cesaret edemeyeceği bir üslupla Hasan Ali Yücel’in esasını yazmıştır. “Hasan, Ali, ve Yücel” kelimelerinin yan yana gelmeleri ve birbirine ne kadar yakıştığını ve her biri bir diğerine anlam yükleyerek bir bütünün manasını verdiklerini bu çalışmayı okuyunca anlıyor insan. Ve ben de anladım ve yaralı bir ceylanın kalbinden geçer gibi Hasan Ali Yücel’in Mevlevi olan kalbinden geçtim. Hocam, elinize sağlık.

Bendeki Süheyl Yıldızı;

Süheyl hoca, Süheyl hoca. Kurumuş yürekler veya içi boşalmış kafatasları Süheyl yıldızını ne anlar? Süheyl yıldızı, Sema’nın güney yarımküresinde bulunan sefineyi Nuh burcundaki parlak ve büyük yıldızın adıdır. Kolay, uygun ve yumuşak Semânın güney tarafında ve Yemen’den daha iyi görülen bir yıldız olduğu için buna Süheyli Yemâni de denir. Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir. İşte hocanın ismi buradan gelir. Bu nedenle Süheyl hoca, Süheyl Yıldızı’nın bütün karakteristik özelliğini almıştır. Hoca, yıldız gibi plancı, düzenli ve titiz bir insandır. Hayatının her alanında planlı hareket etmekten yanadır. Belirsizlikten hoşlanmaz. İş yaşamında, özel yaşamında sanatkârane bir program yapar ve o programa da sadık kalır. Hocanın gizli gücü sorumluluk duygusuyla bağlantılıdır. Herkese ve her şeye karşı olan sevgisinde dengeli ailesine bilhassa annesine ve “hat” hocasına olan düşkünlüğü, kölelik seviyesindedir.

Süheyl hocanın önsezi o kadar kuvvetli olmasa İslam estetiğinde bu kadar duyarlı bir insan olabilir miydi? Yetenekli bir kişiliği olmasa o kadar şiirsel yönleri bulunabilir miydi? Hele hele kızı için yazdığı o muhteşem şiir onun her alanda yetenekli olduğunun delili değil midir?

Uyu ey Gülbün-i gülgûn-i fürûzanım uyu

Uyu ey şanlı kızım dilber-i hanedânım uyu

Cân katar cânına uyku senin cânım uyu

Uyu ey nûr-ı Müzehher uyu cânanım uyu

Bu çalışmayla bana Amiş Efendi’yi sevdirdiğiniz için gönlünüze sağlık hocam.

Çocuk yaşta Konya’ya gitmişti ilçeli çocuk. Mevlana dergahını gezerken, Prof. Dr. Abdulbaki Gölpınarlı kütüphanesi levhasını görmüş ve ismini de ilk kez duymuştu. Yıllar sonra “Melami ve Melamilik” kitabıyla karşılaşınca, genç çocuk büyümüştü artık. Sonra Ahmed hocanın Hüvel-Baki gölünden akan Pınar’ın suyundan içince dedi ki; zevkinize sağlık hocam.

Hutchison’u okurken artık benim de Weber, Hayek ve düşünce sapıklığının en zirvesindeki Nietzsche’den sonra bir Avrupalı dostum daha oldu dedim. Bana sessiz sessiz kütüphanemde durarak beni hiç kırmayacak olan bir dost kazandıran Hocam, kaleminize sağlık.

Ahmed hocanın “Gönül Pazarında”, Sait Faik’in “Hüzün Kahvesini” yudumlayan nice İstanbul, nice İslam sanatkarlarını tanıma imkanı buldum. İşte onlardan bir kaçı: Yunus Emre, Hasan Ali Yücel, Selman Efendi ve en önemlisi Hocam ve dostum olan Prof. Dr. Abdulkadir Mercül beyin babası; Meçhul Malüm Bir İnsanı-ı Kamil: Fehmi Efendi. Bir de Yavuz Bülent Bakiler’in üslubuyla yazarsak, “İstanbul’da Üsküdar’da bir attar dükkanı” var. “sarı kanaryalar ak kanaryalar öter balkonunda geceleri”. Attar dükkanın sahibi Ahmed Yüksel Özemre’nin elini öpme imkanı bulmayan muhafazakâr bir aydın var mı? Varsa onun adına üzülürüm doğrusu. Ama hocamın bu kitabında Ahmed Yüksel Özemre ile ilgili yazısını okuyunca Özemre hocanın elini öpmüş gibi huzur duyarsınız. Attar dükkanı, “gül alır gül satılır, terazisi güldür gül” olan, “yevm-i cedid rızk-ı cedid dergahtır.” Son olarak; Tuluyhan Uğurlu’nun babasıyla Çinuçen Tanrıkorur’un aynı kitapta buluşması tevafuk değil de nedir? Ne diyordu Halim Uğurlu: Ki bakınca görürsün yüzümden, Oğuz’ların ululuğunu.” Ne bestelemişti Çinuçen; “Köyde Sabah”. Hüseyni saz semaisi sanki Uğurlu’nun şiiriyle bütünleşmiş gibi; “dal hızında bir sevdadır Anadolu’m”. Yüreğinize sağlık hocam.

 Ahmed Güner Sayar hoca, politik, günlük ve kısır çıkar çatışmasını aşmayı başaran gönlüyle Osmanlı beyniyle Cumhuriyet münevveridir.Olaylardan daha çok kişilerin olaylara bakışlarını  Sayar, son nesil aydın, düşünce ve gönül adamlarını elinden geldiğinden de öte bir gayret ve çabayla yeni nesle aktarmayı dava edinmiştir.Mukadder ve mukaddes olanı bürokratik, parasal ve kurumsal güce tercih ederek, bir medeniyetin “yükseliş-çöküş” serüveninin hikaye edenleri hikaye etmiştir.Bunun içinde Hoca-Ahmed, yüksek bir idealle, derin bir İman-i şuurla, üstün bir İslam-i ve Mevlevi cehdle kelime ehlinin gafletine düşmeden “kalem ve kelam kahramanlığını” üstlenmiştir. Bu vasıflar hocayı hareket adamı değil  “okuma adamı”  hatta  ” kitap adamı”  hatta “kitap” yapmıştır.

Ahmed Güner Sayar tam babasının oğlu, “tepeden tırnağa Anadolu”. Sözün özünü Arif’ler söyler Arif’ler anlarmış. İşte bir Arif Niyasi Mısri’den Arif olanlara son söz;

“Bu fena gülizarına bülbül olanlar anlamaz”.

Peki ya, kimler anlar; “Gül-ü Lale” olanlar, “Gül-ü Lale…”


 tarihinde yayınlandı

[1]-Ahmed Güner Sayar,  Ülgener Yazıları Derin Yayınları 2006 İstanbul,.s.27

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

yaşar nezihe bükülmez, hayatı-şiirleri

  YASAR NEZIHE BÜKÜLMEZ (Yaşar Nezihe Hanım) (17 Ocak 1880 - 5 Kasım 1971) İstanbullu şair, altı yaşındayken annesini kaybeder. İzin almaksızın bir yıl süreyle okula gittiği için babası tarafından evden kovulunca okuldan ayrılmak zorunda kalır. Üç kez evlenir. Üç oğlundan ikisini yitirince, kendisini hayatta kalan tek oğluna adar. Küçük yaşta şiir yazmağa heveslenir. İlk şiirleri “Malumat ve Terakki” ile “Nazikter” dergilerinde Mazlume, Mahmure, Mehcure imzalarıyla yayımlanır. İki kez intihara kalkışır. Şiirlerinde ekmek mücadelesini dile getirdi ve dönemin toplumsal sorunlarına eğildi. Ezilen insanların sorunlarını kendi sorunu olarak gördü; işçiye ve eylemlerine sahip çıktı ve bu nedenle işçi eylemlerini destekleyici şiirler de yazdı. Amele Cemiyeti’ne üye oldu. Şiirlerine el konulan ilk kadın şairdir. Şiirleri Kadınlar Dünyası Dergisi'nde sıkça yayınlandı. Şarkılar da yazdı. 17 sene Esirgeme Derneği’ne iş işlemiş. Şark Eşya Pazarı’nda(1), Darphane'de çalışmış. Hi...

Türkiye’nin Ekonomik Yüz Yılı: Temel Dinamikler ve Gelişmeler

  Mehmet Dikkaya   Künye: Mehmet Dikkaya, “Türkiye’nin Ekonomik Yüz Yılı: Temel Dinamikler ve Gelişmeler”, Türk Yurdu , Ağustos 2023, ss. 16-22. Türkiye ekonomisinin yüz yılında birçok temel değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. Sektörel ve yapısal bazda meydana gelen bu değişimin bir sonucu olarak yüz yıl sonunda ekonomik açıdan bambaşka bir manzara ortaya çıkmıştır. Yüz yıl öncesi ve yüz yıl sonrası karşılaştırmasında hayal edilen bir ekonomik yapının varlığından söz edilemez. Lakin içinden geldiğimiz coğrafya ve dezavantajlı bir başlangıç seti oluşturan tarihsel arka plan düşünüldüğünde bu manzara küçümsenmeyecek bir ilerlemeye tekabül etmektedir. Bu savı ispatlamak için evvela önceki yüzyıllardan kalan mirasa odaklanmak yerinde olacaktır. Osmanlı’dan Kalan Miras Osmanlı’nın klasik döneminde (1300-1600) iktisat ve siyaset dengesini koruyup geliştiren bir düzene sahip olduğu, toprak, esnaf sistemi ve ticaretin birey, toplum ve devletin ihtiyaçları arasında dengeyi kurmaya odak...

hayata bir mola olarak bayram

Nereye gittiği bilinmeyen ama inatla akmaya da devam eden hayat yolculuğunun önemli duraklarından birisi olarak bayramlar hep ilginç görünmüştür. Sadece yaşam için bir mola olması değildir bayramı cazip kılan. Aslında bizatihi hayatın önemli bir şahididir bayramlar. Çocukluk dönemlerimiz, gençlik yıllarımız, kendi ailemizi kurduktan sonra yaşadığımız dönemeçler hep bayramlar vesilesiyle hatırımızda kalmaya devam eder. Genelde bayramda alınan ışıl ışıl elbiseler, gıcır gıcır ayakkabılar, ilk servetlerimizi oluşturan harçlıklar, ilk kez karşılaştığımız akrabalarımız ve o günlere özel hazırlanmış enfes yemekler, baklavalar, börekler hep bayramların damaklarımızda bıraktığı tükenmez tatlardır. O sarmalar ki nazenin ellerde ince ince dokunmuş, o börekler ki yaprak yaprak döşenmiş, o baklavalar ki ince ince dilimlenmiş ve sevgilisiyle buluşmayı bekleyen körpe birer aşık gibiydiler. Arife günü ayakkabı alır ilk kez bayramda giymek üzere en kuytu yerde saklardık. Bir keresinde mahalleleri kola...