bir arkadaşımın paylaştığı eski bir radyo, bendenizi eski bir hikayeye götürdü. rahmetli mehmet amcam, namı diğer "ford mehmet", askere gitmeden konya merkezde at arabası ile taşımacılık işleri yaparmış. at arabasından, kendisine ölümünden sonra bile bir lakap bırakacak ford kamyonlara doğru yolculuğunun ilk aşamaları diyelim buna. elbette o günün koşullarında at arabası sahibi olmak günümüzde bir otomobil sahibi olmak kadar prestijli bir durum. üstelik hem evin geçimini sağlıyor hem de motorlu araçların yaygın olmadığı bir dönemde kente kapağı atabilenler için saman parasına ulaşım imkanları sunuyor.
genç bir delikanlı olan amcamın askere çağrılmasıyla birlikte at arabası ile olan bu duygusal ilişki bozuluveriyor. işi sürdürecek başka kimse de olmayınca birliğine teslim olmadan bir-iki ay önce at arabasını satmak zorunda kalıyor. anadolu'da askerlik, hayatta önemli bir dönüm noktası o zamanlarda ve her şey askerden gelmekle ilişkilendirilir. adeta milattan önce-milattan sonra gibi askerden önce-askerden sonra ayrımı yapılıyor. zira gidiş zamanı belli ama dönüş (tezkere) her zaman garanti değil. insanın hayatındaki en zorlu sınavı çünkü. bir tür lise eğitimi, ilkokul mezunu olmanın çok yaygın olmadığı bir zaman diliminde.
fort amca da elinde kalan at arabası parası ile bir iki ay ne yapabileceğini düşünmüş ve o zaman için en lüks iletişim vasıtalarından birisi olan "radyo" satın almaya karar vermiş. elindeki paraya kıymış ve şimdilerden nostaljik olarak satışa sunulan fotodaki gibi bir radyo satın almış. biraz türkü biraz haber dinlemişler ve bütün aile multimedyanın engin denizlerine (!) doğru zevkli yolculuklara çıkmış bir süre. buraya kadar her şey gayet güzel giderken askerlik vakti gelip çatmış. amcaya askerlik yolu görününce arkasında muhteşem bir radyo bırakarak bu en önemli sefere doğru yollanmış.
buraya kadar her şey yolunda giderken, aile de bir süre radyo ile kurulmuş olan aşkı sürdürürken ocak ayı geliveriyor. ocak ayı bandrol yenileme ayı olduğu için çok önemli aile için. hem bu bandrolü yenileyebilecek para yok ceplerinde hem de bandrol almadan radyo dinlemeye devam edebilecek bir yürek. istisnasıs ailenin tamamı, o günün koşullarında ağır bir iletişim vergisi olan bandrol bedelini ödemeden dinlemeye devam ederlerse devletin bundan mutlaka haberdar olacağına inanıyor. tek partili yıllarda adiyattan bir durum olan devlet korkusu ailenin üyeleri için yetmişli yıllarda da geçerliydi.
yoğun tartışmalar sonucunda aile şu karar ağacını izliyor: bu radyoyu satamayız, çünkü sahibi askerde. dinlemeye devam da edemeyiz, devletin mutlaka bundan haberi olur. en iyisi yine kerim devletimize başvuralım. o da bir görevli tahsis etsin. işte o görevli gelip bu radyoyu bağlasın. ahmet arif'in "otuz üç kurşun" isimli enfes şiirinde ifade ettiği gibi:
buyruk kesindi,
gayrı gözlerini kör sürüngenler
yüreğini leş kuşları yesindi...
o kadar maddi külfete katlanılıp satın alınan ama, iktisat politikalarındaki derin beceriksizlik hallerinin bir sonucu olarak ödenmek zorunda bırakılan ağır bir badrol uğruna bir kenara itilme riski ile karşı karşıya kalınan radyo, kurşun bir mühürle mühürlenme riski ile karşı karşıyaydı şimdi. nitekim bir devlet görevlisi geliyor ve radyoyu mühürler. at arabası değerinde olan en kıymetli teknolojik alet belirsizlik yolculuğuna çıkar.
aradan yirmi küsür yıl geçmişti ki doksanlı yıllarda kovanağzı'nda, şimdi yerinde yeller esen evimizin çatısını karıştırırken bu radyoya rastladım. "nedir bu" deyince bu hikayeyi anlattılar. hala kurşun mührü üzerinde duruyordu ve zamanın büyük bir servetinin, tozlanmış durumda çeyrek asırlık bekleyişi sona ermişti. biraz kurcaladım ama hatıra dışında bir anlamı olmadığı belliydi. bende bir miktar kaldıktan sonra, aile yadigarını daha iyi muhafaza eder düşüncesiyle kız kardeşime verdim. şimdilerden nostaljik radyo olarak kıymet bulan yarım yüzyıl öncesine dayanan bu hikayeden çıkarılacak dersler olmalı elbette.
farzı misal, insanın kendine hizmet etmesi maksadıyla yarattığı bir düzenekten (devlet) bu kadar ürkmesi ve çaresizlikten en absürt yollara başvurması mümkün müdür? frankeştayn üretme potnsiyeli yüksek bu topraklarda mümkün olabiliyor demek ki. radyonun sosyal psikolojisi döneminin üzerinden yarım asırlık bir zaman geçti belki ama tek partili yılların bir tortusu olan devlet korkusu, son dönemde hakim parti marifetiyle yeniden hortlatıldı. bu gün hala siyasal tercihlerini seksenli yıllarda olduğu kadar bile açık biçimde dillendirememe durumu başka nasıl bir duyguyla ifade edilebilir ki? anında öteki olmaya veya vebalı insanlar kampına itilme duygusu yaşamamak için günümüzde çoğu kimse açık biçimde bir şey konuşmuyor nitekim. bu platformda bile on yıl öncesinin ifade özgürlüğünün zerresine rastlamak mümün değil. zira bandrolünüz yoksa bir şekilde devlet sizi bulup ya elinizden bütün servetiniz olan radyonuzu alabilir veya ağır biçimde başka yaptırımlar uygulayabilir düşüncesi ağır basıyor olmalı zihinlerde. yarım asırda az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş ama "uzaya çıkacak türklerin bile ilan edildiği bir dönemde" bazı konularda bir arpa boyu yol alamamış olduğumuz anlaşılıyor. üstelik bunu ağzımızdan hiç düşürmediğimiz hukuk devleti, siyasal haklar ve çoğulcu demokrasi söylemleri ile bir arada dillendirmekten hiç gocunmadan yapabiliyoruz.
Yorumlar