Küresel Kriz Sonrası Avrupa Birliği ve Türkiye'nin Yorganından Büyük
Ayakları
Mehmet Dikkaya
Avrupa
Birliği’nin genel olarak serencamını ve yapısını inceleyen ve ele alan
özelliklere sahip, piyasada çok sayıda Türkçe eser bulunmasına rağmen, 2008
yılında ABD’de başlayıp başta Avrupa’ya ardından tüm dünyaya yayılan küresel
kriz gibi spesifik bir olayın öncesi ve sonrasının, bu entegrasyon düzleminde
özel olarak incelendiği çalışmaların sayısı oldukça sınırlıdır. Ya da bazı
gazetelerdeki köşe yazarlarının kalemlerinin gücü ile sınırlı kalmaktadır. Bu
eksende geçen yaz başında piyasaya çıkan kitabımızda, “Ekonomik Bir
Perspektiften Küresel Kriz Sonrası Avrupa Birliği”* etrafındaki
konuları değerlendirdik. Necmettin Erbakan Üniversitesi hocalarından Mustafa
Acar ile birlikte editörlüğünü yaptığımız bu kitap bağlamında önemli bazı
sonuçlara ulaştık. Bunların detayları kitap ekseninde daha yakından
incelenebilecekken ve AB ile ilgili çalışmaların Türkiye’deki öneminde azalma
eğilimi ortaya çıkmış olmasına rağmen bu entegrasyon hareketinin öneminde bir azalma
görülmediği söylenebilir.
Örneğin
Türkiye siyasetinde 3 dönem üst üste iktidar olma başarısı göstererek büyük bir
rekora imza attıktan ve önemli sayılabilecek ekonomik başarılar elde ettikten
sonra, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yönetici elitlerinin gözünde ve
Türkiye’de büyük bir çoğunluğa ulaşan kamuoyu nezdinde küçümsenmeye başlanan
Avrupa Birliği’ne farklı bir pencereden tekrar bakmak ihtiyacının ortaya
çıkması bu konunun tartışılmasında etkili olmuştur. Zira mevzii bazı ekonomik
başarıları “büyük bir gurur vesilesi” olarak ön plana taşıyan Türkiye’deki
hâkim zihniyet, Avrupa entegrasyonunun bütüncül başarılarındaki arka planı
görmek konusunda oldukça isteksizdir.
Avrupa’yı
geleneksel “emperyalist” paradigma ekseninde değerlendirmeye alışmış bir zihniyete
sahip hareketlerin, “insani ve İslami değerler” bağlamında Türkiye’de zihinsel
bir değişimin ortaya çıkmasına öncülük edemediği anlaşılmaktadır. Evrensellik
düzleminde kendini sürekli ispat eden “gerçek dini” değerleri bir kenara iterek
geleneksel dini değerlerin yaygınlaştırılması yönünde tercih kullanan bu
zihniyetin “kendi cemaatini inşa eden bir guruba dönüşmesi” gerçeği ile karşı
karşıya kalmamız bu yüzdendir.
Bu
iddiayı Avrupa Birliği nezdinde bir başarı öyküsü olarak algılamaya neden
olacak hususlardan birisi, George Washington Üniversitesi’nden iki
akademisyenin “An Economic IslamicityIndex (EI2)” başlıklı çalışmalarıdır**. Genel
kanıya göre, 11 Eylül olaylarının neden olduğu din ile iktisat, politika ve
sosyal davranışlar arasındaki küresel belirsizlik, düşmanlık ve korku yeniden
başlamıştır. Özellikle, dinin ekonomik, sosyal ve politik performans üzerinde
büyük etkisi olduğu (ya da tersi) söylenebilir. Fakat bu çalışmada, dinin
ekonomik performans üzerindeki etkisinin test edilmesinden önce, ekonomik
gelişmenin din üzerindeki etkisi ele alınmıştır.
Bu
eksende, İslam ülkelerinin ne kadar İslami olduğu ya da İslamlık derecesi
bağlamında yerlerinin neresi olduğu merak konusu olmuştur. Scheherazade ve
Askari’nin çalışması, temel düzeyde geliştirilmiş bir Ekonomik İslamilik
Endeksi (EI2) kendilerini İslam ülkesi olarak deklare eden
ülkelerin, İslami doktrinler ve ilkelere bağlılıklarını test etmiştir. Bu
bağlamda, sadece Müslüman oldukları iddiasındaki ülkeleri değil, dünyadaki 208
ülkenin İslami ekonomik ilkelere bağlılığını 113 farklı değişkeni dikkate
alarak ölçen bu çalışmanın sonuçları, genelde İslam ülkeleri, özelde Türkiye ve
son birkaç yıldır sürekli küçümsenen Avrupa Birliği temelli olarak oldukça
trajik sonuçlar doğurmuştur. Zira 208 ülke arasında en iyi skoru yakalamış olan
İslam ülkesi Malezya ancak 33. sırada kendine yer bulabilmiştir. Türkiye
ise ancak 71. sırada yer alabilmiştir.
Bu çalışmada,
İslami ekonomik değerler ve prensipler ile ölçüldüğü zaman ilk sırada yer alan
ülkeler hangileridir peki? Bu güzel sorunun cevabı da bir o kadar çarpıcıdır.
Çünkü ilk 20 içinde yer alan ülkeler arasında 12 tanesi Avrupa Birliği
üyesidir. Bu da göstermektedir ki, gelişme, kalkınma ve refahın adaletli
dağılımı gibi konularda, son birkaç yıldır sürekli küçümsenerek müzakerelerin
ayak sürüyerek devam ettirilmeye çalışıldığı Avrupa coğrafyası, halen kendi
değerlerimizin temsili açısında bile örnek olabilecek özellikler
göstermektedir.
Kuşkusuz,
tek bir çalışmanın sonuçlarının ne kadar güvenilir olabileceğine ilişkin
zihnimizde bazı soru işaretleri ortaya çıkabilir. Bu tablo, iki Müslüman
akademisyen tarafından hazırlanan bu çalışmanın sonuçlarını tartışmalı kılsa
bile, diğer bütün uluslararası ölçülerdeki yerimizin değişmemesine bakarak da
aynı sonuca ulaşabileceğimiz gerçeğini örtbas edemez. Örneğin, kamu sektörünün
uluslararası yolsuzluk indeks değerleri açısından 2014 yılında 92 puanla
Danimarka 1. sırada (en temiz ülke) iken, Türkiye 45 puanla 64. sırada
(temizlik bağlamında epeyce bir gerilerde demek bu) yer alabilmiştir***. Üstelik
aynı liste içerisinde ilk 20’de bulunan ülkelerin (en temiz kamu sektörüne
sahip 20 ülke demek bu) 10 tanesi Avrupa Birliği üyesi ülkelerdir.
Türkiye’nin skoru olan 45 puandan daha yüksek puan almış olan ülkeler arasında,
adı sanı duyulmamış (Gana (48), Porto Rico (63), Bhutan (65), Barbados (73)
gibi) pek çok ülkenin de bulunması, bu anlamda dünya liginin epey bir gerisinde
olduğumuzu göstermektedir.
Bu
uluslararası gelişme veya kalkınmaya ilişkin indeksleri daha da
genişletebiliriz kuşkusuz, tartışmanın daha fazla karşılaştırılabilir olmasını
görmek açısından. Örneğin ünlü İnsani Kalkınma İndeksi (Human Development
Index) açısından 2013 yılındaki derecemiz 69. sırada bulunmak olmuştur. Bu
noktada, Türkiye-AB ilişkilerinin pek çok eksende (sadece ekonomik gerekçeler
bağlamında değil, çünkü ekonomik gelişme her şey değildir) geliştirilmesini
gerektirecek hususun mevcut olduğu belirtilmelidir.
Avrupa
Birliği ile ilgili çalışmalara daha fazla yer verilmesini gerektirecek ve
ekonomik kriz gibi konjönktürel bir olaya bağlı olarak “dünya şampiyonluğunu
ilan etme” gafletine düşmeyi engelleyecek hususlar kabaca bu veriler ekseninde
özetlenebilir. Avrupa’da oluşan entegrasyon hareketinin, bu bağlamda daha uzun yıllar
hem insani gelişmeye neden olması hem kamu yönetiminin yolsuzluklardan
arındırılmış olması hem de pek çok başka sosyo-kültürel faziletler açısından
Türkiye’den su götürmez ölçülerde daha iyi (dolayısıyla daha İslami) olmaya
devam edeceği söylenebilir.
Bu kısa
tartışmadan anlaşılan, Türkiye gibi, dinamik ve genç nüfus avantajına sahip bir
ülkenin, gündelik küçük çıkarlar yumağında boğulmak ve kirlenmekten kurtularak,
siyasetini ve kaynaklarını “işleyebilen sistemik bir değişimin başlaması
açısından” yönlendirmeye çalışmasının büyük aciliyet taşıdığıdır.
Notlar:
*: Dikkaya, Mehmet ve Acar, Mustafa (Ed.) Ekonomik Perspektiften Küresel Kriz Sonrası
Avrupa Birliği, Savaş Kitabevi, Ankara, 2016.
**: Scheherazade S. Rehman and Hossein Askari, “An Economic
IslamicityIndex (EI2)” Global Economy
Journal Vol. 10, Issue 3 2010, pp. 1-37. http://hossein-askari.com/wordpress/wp-content/uploads/islamicity-index.pdf
(31.10.2015).
Yorumlar