Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

cumhuriyet meselesi

Tepeden aşağıya doğru devlete ve topluma yeni bir biçim verme projesi olarak hayata geçmiş olan cumhuriyet fikri, aradan geçen 101 yıla rağmen toplumun bir çok dindar-muhafazakar damarında halen oldukça düşük bir nabızda atmaya devam ediyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri, nizam-ı kadim adı verilen, en az bin yıldır tahkim etmiş ve son bir kaç asırdır üzerinde çivi bile oynatılmasına bilinçli biçimde karşı çıkmış bir zihniyetin her halükarda ve ısrarla galip geldiğini düşünüyor olagelmesi sayılabilir. Zira, kılcallarda büyük bir titizlikle, olanca temkinlilik haliyle ve idris küçükömer usta’nın deyimiyle doğucu-abdülhamitçi rotada ilerlemeye devam eden bu paradoksal hal, okumuş bazı kesimlerin zihinlerini de esaret altına almaya devam ediyor. Oysa “Alternatifiniz neydi beyler” diye yöneltilecek bir sorunun muhtemelen berrak bir cevabı yok. Hilafet, şeriat, saltanat ya da bunların herhangi bir kombinasyonunu savunmak için hem hikayenin başında hem de günümüzde elimizde yeterli kanıt...

taze gül, taze para

  Prof. Dr. Zekai Özdemir "Taze gül taze para" deyimi, Roman edebiyatında ve kültüründe sıklıkla rastlanan bir ifadedir. Bu deyim, genelde bir şeyin yeni, taze ve değerli olmasına vurgu yapar. Aynı zamanda, hayatın geçiciliği ve fırsatların değerlendirilmesi gerektiği temasını da içerir. Edebi tahlil açısından bu deyim bir kaç farklı cepheden şerh edilirse; Anlam Derinliği: "Taze gül", gençlik, tazelik ve güzellik simgesi olarak algılanır. Bu, yaşamın en güzel dönemlerinin geçici olduğunu hatırlatırken, "taze para" ise yeni kazanımlar, zenginlik ve fırsatlara işaret eder. İkisi de yeniliği ve geçiciliği çağrıştırır. Sembolik Anlam: Gül, aşkı ve romantizmi temsil ederken; para, maddi olanı ve güvenceyi sembolize eder. Bu bağlamda, hayatta hem ruhsal hem de maddi değerlerin önemli olduğunu ve bir denge sağlanması gerektiğini vurgular. Kültürel Bağlam: Roman toplumu, tarihsel olarak zengin bir kültürel mirasa sahiptir ve bu deyim, günlük yaşamda ve ilişkilerd...

şiddetin sosyo-politiği

Kovanağzı mahallesindeki Dişçi Cami avlusunda oyun oynayan sıradan çocuklardık. Nereden kaynaklandığını ve nasıl olduğunu anlamadan, biri diğerinden üç dört yaş büyük olan iki arkadaşın kavgaya tutuştuğuna şahit olduk. Büyük olanı küçüğe o denli şiddet uyguluyordu ki, tarif edilmez. Bir insanın başkasının suratına tekme savurması mümkün müdür? Üstelik yere düşmüş ve savunmasız bir haldeyken. Freud'un psikanalizinde tarif ettiği duruma benzer bir hali mi yaşıyorduk veya başka bir psikolojik haldi, tam bilemiyorum. Freud'un çalışması, yetişkinlerin zihinsel işleyişini etkileyebilecek çocukluk olaylarının anlaşılmasına vurgu yapmakta iken çocukların dünyasında, henüz yetişkin olamadan ortaya çıkan bu hal bilinç altımda sürekli yer etmeyi başarmıştır. Şiddet unsuruna başvurmadığı halde birisinin diğerine gerekçesi ne olursa olsun "şiddet" uygulaması karşısında, Gazze'de topraklarının işgal edilmesine direnen mazlum Flistin halkına yapılan Siyonist saldırılara yönelik ...

hayata bir mola olarak bayram

Nereye gittiği bilinmeyen ama inatla akmaya da devam eden hayat yolculuğunun önemli duraklarından birisi olarak bayramlar hep ilginç görünmüştür. Sadece yaşam için bir mola olması değildir bayramı cazip kılan. Aslında bizatihi hayatın önemli bir şahididir bayramlar. Çocukluk dönemlerimiz, gençlik yıllarımız, kendi ailemizi kurduktan sonra yaşadığımız dönemeçler hep bayramlar vesilesiyle hatırımızda kalmaya devam eder. Genelde bayramda alınan ışıl ışıl elbiseler, gıcır gıcır ayakkabılar, ilk servetlerimizi oluşturan harçlıklar, ilk kez karşılaştığımız akrabalarımız ve o günlere özel hazırlanmış enfes yemekler, baklavalar, börekler hep bayramların damaklarımızda bıraktığı tükenmez tatlardır. O sarmalar ki nazenin ellerde ince ince dokunmuş, o börekler ki yaprak yaprak döşenmiş, o baklavalar ki ince ince dilimlenmiş ve sevgilisiyle buluşmayı bekleyen körpe birer aşık gibiydiler. Arife günü ayakkabı alır ilk kez bayramda giymek üzere en kuytu yerde saklardık. Bir keresinde mahalleleri kola...

düşünme ve ifade etme sanatı

Türkiye'de üniversite mezunu olup toplumun parmakla gösterdiği makam sahiplerinin yaşamı algılama biçimini ve bunu vurgulayan paylaşımlarını dikkate alırsak, ilkokuldan itibaren herkese “düşünme ve ifade etme sanatı” dersi verilmesi gerektiği anlaşılmıyor mu? Özellikle eğiticilerin evleviyetle eğitilmeye muhtaç olduğu bir dünyada, eğitimin çıktılarını tartışmak beyhude bir çabaya benziyor zira. Peygamber'in bile” ben dünya işlerini bilmem” dediği bir düşünsel arka planı masaya yatırırsak, bu sözde eğitici taifenin “fani ve yaptıkları şaibeli onca zevatın her icraatını meşrulaştırma çabası güttmekten öteye yol alamaması fena halde acınası bir durum değil mi? Hem güya “kuru ekmek yiyen kadının oğlu olduğunu” hatırlatan ve toplumunun önünde başkasının gölgesine sığınmadan delikanlıca arzı endam eden bir önderimiz olacak hem de hayata taparcasına bağlı fani şahsiyetçiklere kutsiyet affedeceksek, buradaki tutarsızlığı önünde sonunda fark etmemiz gerekmez mi? Yıllar yılları kovalıyo...

özyönetim olmadan özdenetim olmaz (mı)?

Böyle derdi rahmetli Cevat Geray hoca 1990’larda SBF’deki derslerinde. Türkiye’nin Toplumsal Yapısı dersi olmalıydı sanki. O dönemde finallerde nadiren yapılan mülakat sınavlarından birinden kalma yukarıdaki cümle dilime dolandı son zamanlarda. Adamcağızın (Cevat hoca) dekanlığını elinden alıp yetmez gibi 1402’likler listesine koyan zalim bir merkezi yönetimin (12 Eylül yönetimi) kol gezdiği zamanların tecrübesi ile muhtemelen daha durağan ve dingin bir görüntü arzediyordu Hoca. Hoca’nın uluslararası tecrübesi ve naif tavrının, pek çok konuda THY ile rekabet ettiğini düşünen SBF öğrencilerinin ilgisini çektiğini söyleyemem. Sağdan soldan veya ortadan pek çok burnu havalı SBF’linin sonradan “zihin dünyasında yarattığı balonların bir bir patlaması”nın sonucu olarak, Hoca’nın yarım asrı çoktan aşmış bir hayat tecrübesinin ve bu tecrübenin ürünü olan öz cümlelerinin hafife alınmaması gerekiyordu oysa. Söz açılmışken başka bir paradoksal hali de, özellikle merkez sağ çevrelerden çıkarak pa...

Nurettin Topçu ve İlahi Aşkın İzindeki Akademik Yolculuk

Prof. Dr. Zekai Özdemir Topçu dünya bahçesine bir servi gibi düştüğünde Osmanlı yıkılıyordu. Kalemiyle hiç durmadan dergi sayfalarında bir kuş misali kanat açıp uçan, yazılarında Anadolu’nun ızdırap ve ümitlerini, ilahi bir aşkın kokusunu candan duyan, hissettiği gibi yazan hissettiği gibi yaşayan bir insandır. İstanbul’a dönünce, Fransa’da öğrendiği tasavvuf ilminin teorisini pratiğe dökmek ister. Bu anlamda Fransa’dan döndükten sonra onda aşk ilmi galebe çalar ve  Abdülaziz Bekkine aracılığıyla aşk deryasına dalar. Böylece Fransa’da teorisini (nazari) yazdığı tasavvuf ilminin pratiğini (Amelini) yaşamaya başlar. Bekkine hazretleri onun manevi makamların kapılarını açtığı ve basiret nuruna kavuşturduğu için yeni şeyhler aramaz. Bu büyük ermişle tasavvuf deryasına daldıkça içindeki aşk ateşi daha da artar ve yanma da dermanı bulmak nice çile (ki, o "ızdırap" der) nice zinde pişmiş aşı yiyerek menzile varır. Topçu'nun Abdülaziz Bekkine ile buluşması Şems ile Mevlana gibi i...

Orhan Türkdoğan Hoca'nın Ardından...

  Prof. Dr. Zekai ÖZDEMİR Orhan Türkdoğan, Erzurum'da lisans eğitimim sırasında tanıştığım değerli bir bilim insanıydı. Kendisi, Türk toplumunun sosyolojik yapısını derinlemesine anlayan, Türkiye'deki Weberci aydınları inceleyen ve ülkücü Türk milliyetçisi kimliğiyle bilinen bir isimdi. Türkdoğan, sadece entelektüel birikimiyle değil, aynı zamanda dürüstlüğü, fakir dostluğu ve samimiyeti ile de tanınan bir Anadolu aydınıydı. İbn Haldun'dan Eric Hoffer'a, Gustave Le Bon'dan Marx'a kadar geniş bir yelpazede düşünce akımlarını ve düşünürleri öğrencileriyle paylaşarak, onlara farklı perspektifler kazandırıyordu. Onun eğitim anlayışında, sadece bilgi transferi değil, aynı zamanda öğrencilerin düşünme yetilerini geliştirmeye odaklanan bir özen vardı. Türk toplumunun sosyal dokusunu anlamak için Weberci bir bakış açısıyla Türkiye'deki entelektüel akımları incelerken, milli değerlere bağlılığı ve Türk milletinin birliğine duyduğu güçlü bağlılık da öne çıkıyordu. Orh...

Türkiye’nin Ekonomik Yüz Yılı: Temel Dinamikler ve Gelişmeler

  Mehmet Dikkaya   Künye: Mehmet Dikkaya, “Türkiye’nin Ekonomik Yüz Yılı: Temel Dinamikler ve Gelişmeler”, Türk Yurdu , Ağustos 2023, ss. 16-22. Türkiye ekonomisinin yüz yılında birçok temel değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. Sektörel ve yapısal bazda meydana gelen bu değişimin bir sonucu olarak yüz yıl sonunda ekonomik açıdan bambaşka bir manzara ortaya çıkmıştır. Yüz yıl öncesi ve yüz yıl sonrası karşılaştırmasında hayal edilen bir ekonomik yapının varlığından söz edilemez. Lakin içinden geldiğimiz coğrafya ve dezavantajlı bir başlangıç seti oluşturan tarihsel arka plan düşünüldüğünde bu manzara küçümsenmeyecek bir ilerlemeye tekabül etmektedir. Bu savı ispatlamak için evvela önceki yüzyıllardan kalan mirasa odaklanmak yerinde olacaktır. Osmanlı’dan Kalan Miras Osmanlı’nın klasik döneminde (1300-1600) iktisat ve siyaset dengesini koruyup geliştiren bir düzene sahip olduğu, toprak, esnaf sistemi ve ticaretin birey, toplum ve devletin ihtiyaçları arasında dengeyi kurmaya odak...

Söylem ile Eylem Arasında İnsan

İstisnasız her cuma sabahın erken saatlerinde huzur verici bir radyo programını sunan sunucunun anlattığı dini hikayelerin sesiyle uyanırdık. Tek bir radyo vardı ülkede ve o da "Allah var şimdi", tekel olmanın hakkını vermeye çalışırdı. Ya da biz öyle zannederdik. Büyülenmiş gibiydik çünkü oradan duyduklarımız karşısında. Pek çok ahlaki hikaye minik hafızalarımıza kazınırdı. Aslında o minik hafızalara, uzun ve zorlu geçen günlerin ve ayların saliseleri kazınmıştı adeta. Bitip tükenmek bilmeyecek günler yaşıyoruz diye düşünürdük. Şimdiki kuşakların evlenmek için bile erken gördükleri otuzlu yaşlara gelmiş insanlar gözümüzde baba veya dede gibi görünürdü. Hatta bir gün o yaşlarda esmer, bıyıklı ve tipi pek de düzgün olmayan bir adamı kızdırma gafletinde bulunmuştum da unutamadığım en büyük macera filminin başrol oyuncusu oluvermiştim birden. Mahallede seyyar satıcılık yapan bu adam, Yaşar Destici ve Rahmetli Yunus Zengin ve İbrahim Kandemir gibi arkadaşlarla top oynuyorken ters...

Üçüncü Tür

İnsanlar ikiye ayrılır diye biliyordum. İlki “bilmeyenler” kategorisine girer ve eğitim sürecine girdiklerinde öğrenirlerdi. İkincisi ise en tehlikelisi olanlardı ve asla iflah olmayanlar bunlardı. “Bilmediğini bilmeyenler” grubu idi bu ikinci kategori. Sorunun farkında olmadığı için bu kesimin eğitilmesi neredeyse imkansızdı. Bilmediğini bilmediği için mütemadiyen konuşur ve bilgiç tavrı ile cehaletinden kaynaklanan cahilliği bir türlü görmek istemezdi bu tür canlılar. Sosyal medyanın yaygınlaşmasının sonuçlarından birisi olarak, sokakta görürsek muhatap bile olmak istemeyeceğimiz üçüncü bir tür ile karşı karşıya geldik maalesef. Bunlar “bilmediğini bilmek istemeyenler” olarak sınıflandırılabilir. Çok açık ve etkili bir kanıt sunarsınız ama asla inandıramazsınız. Çünkü bilmediğini bilmek istemediği için iflah olmaz bir bataklıkta yuvarlanıp dururlar. Pek çoğu gerçek adını kullanmaz veya kim olduğunu ilk bakışta bilebilecek şekilde bir ipucu sunmaz. Bir spor kulübü veya ideolojik bir k...