Münih
havaalanından sonra indiğimiz Budapeşte'de pasaport göstermeksizin Macaristan
topraklarına rahatça girdikten sonra hemen aklıma iki yıl önce Gürcistan'dan karayolu
ile geçiş yapmaya çalıştığımız Azerbaycan sınırında çektiğimiz eziyetler geldi.
Elli dolarlık "toprak bastı" parasını almadan topraklarına giriş yapmamıza izin
vermeyen "bir millet, iki devlet" edebiyatının sözde savunuculari ile
yeniden tanışmak çok acı gelmişti zira.
Buna
rağmen, Avrupa entegrasyonu ve Türkiye'nin bu bölgeyle uzun ve zorlu
iliskilerini dikkate aldığımızda, yeni yol haritamıza iliskin bazı ipuçlarını
bulmak için de buraya gelmek gerekiyormuş meger.
İki
yıl önce karayolu ile Gürcistan-Azerbaycan hattını izleyerek Bakü'ye ulaşırken,
yol boyunca, Kafkasya entegrasyonunun en azindan coğrafi olarak ne denli mümkün
olabileceğini düşünmüştüm ve bu fikrimi, Baku'de Azeri akademisyenlere, onların
dönük bakışları altında aktarmaya çalışmıştım. Bu "donuk" bakışlarin
arkasinda fiziki mesafelerin çok ötesinde yeni sınırlar çizen paradigma
farklılıkları vardı kuşkusuz. Türkiye'nin simdilerde garip bir maceraya dönüşen
Ermenistan açılımınin o donemde verdigi bir burukluk neden olmuş olsa bile bu
donukluga, arada, açıkça hissedilen ama tarif edilmeyen başka sorunların
varlığı belirgindi. Daha sonra wikileaks belgelerine de yansıyan bu durum, iki
ulkedeki siyasal elitlerin ruh dünyalarında var olan farklılıklara da vurgu
yapıyordu. Üstelik aynı donemde Kafkasya ekonomik alanına Suriye-Irak
gibi ülkelerin ilk etapta dahil edilebileceği, ardından İran ve Ermenistan'la
birlikte büyük bir Orta Dogu&Kafkasya alanının ousturulabilecegini bile
düşünme gafletinde (!) bulunmuştum.
Gercekten,
bir kac yildan beri yasanan gelismeler, mehter gurubu hiziyla bile gidemeyen
bir bolgesel hareketliligin ortaya ciktigini gosterdi. Zavallı Türk Dunyası!
(Şimdilik bir mit olduguna inansam bile bu kavramı bilerek kullanıyorum burada)
Ulus-devletlerine bir garip küreselleşme çağında kavuştular ve Rus ağabeyleri
ile Türkiye arasında kurdukları yapay denge içerisinde varlıklarını
sürdüreceklerine inanıyorlar. Ustelik 19. Yuzyildaki eski büyük oyunun az
sayidaki aktorunun yerini, yeni donemde cok sayida yeni bolgesel ve küresel aktör
aldi. Evet, reel politik adına sürdürülen stratejiler bu tur bir denge oyununun
oynanmasi gerektigini gosteriyor kuşkusuz; lakin bu stratejiler Türkiye-Türk
dunyası iliskilerinin bugününü ve gelecegini açıklamak icin yine de yetersiz
kalıyor.
Avrupa'ya
yeniden dönersek, kuşkusuz, Avrupa entegrasyonu bilinçli bir proje ve kökeninde
kanlı Avrupa hesaplaşması sonrası yasanan zorunlu bir buluşma var. Bu
buluşmada, eski sosyalistleri bile içsellestirerek dönüştürme iddiası
bulunmakta. Orta ve Dogu Avrupa'nın eski sosyalistleri, çogunlugu itibarıyla
belki umduklarını bulamadılar ve simdi avro'ya girmemek icin direnen ve birliğe
lanet okuyanlari bile var. Bunlar arasinda Türkiye'nin birlik macerasına ve bu
kadim sevgilisine kavuşma arzusuna ici buruk bakanlar bile bulunmakta. En
azından son bir kaç yıldır, sürekli kriz dalgasına maruz kalan ve
sanayi&dis ticaret altyapısının yarıdan fazlasını, buyuk cogunlugu AB'nin
patronlari olan yabancı sermayeye devreden Macaristan'daki etkili çevreler bunu
ifade etmekte.
Bu
anlamda Türkiye'nin bölgesel rolunun hangi eksende olmasi gerektigi yonundeki
eski tartışma konusu yeniden sorgulanmaya başlanabilir. 1990'larda, şimdi
"Ergenekoncu" olmakla nitelendirilen ve cogunun yargılanma sürecinde
olduğu bir gurup askeri-sivil bürokrat ve kalem erbabının savunduğu İran-Türk
dunyası-Rusya-Çin hattının ulusal çıkarlarımıza en uygun seçenek olduğu
fikrinin daha dogmadan ölumunun ardindan, yeniden ve ikibinlerin basında Ak
Parti hareketi ile hızlanacak sekilde Avrupa trenine enerji vermeye
çalışmıştık. Bu tren, muzakarelerin resmen basladigi 1 ocak 2005 tarihinde
belli bir sekilde raya giriyor gibi gorunuyorken Irak ve Afganistan'in işgali
ile birlikte Turkiye'nin bolgesel politikalarinda da pek çok şey değiştigi
goruldu. Ama bu degisimden Türk Dunyasi-Türkiye iliskilerinin ivme kazanarak
çıktığını iddia etmek de bir hayli güç oldu. Ak Parti iktidarı ile daha yerli
ve derinlikli bir Kafkasya-Orta Asya stratejisinin ortaya cikacagini beklerken
geriye yine büyük ölçüde hayal kırıklığı kaldı.
Siyasal
istikrarın yaşandığı 10 yillik donemde Türkiye, şimdilerde ciddi bir kriz
yaşadığı Suriye ile iliskilerini geliştirmek yolunda, kriz oncesi harcadığı
cabaların belki yarısını bile Türk Dunyasi icin harca(ya)madı. Abdullah Gül'ün,
Türk İşbirliği Teşkilatı oluşturmak için gösterdiği gayretlerin bile bu
bağlamda fazla bir öneme sahip olduğu söylenemez. Turkmen ve Ozbeklerin
izledikleri soğuk stratejilerde varlığı hissedilen bu durum, 1990'lardan
itibaren (bu donem, 2001 krizine kadar suren bir dizi ekonomik ve siyasal
istikrarsızlıklarda dolu olmasına rağmen) elden geldiğince kurulmaya çalışılan
köprülerin bile kaybedildiği donem oldu bu maalesef. Bu anlamda ciddi olarak
masaya yatirilmasi gereken sorunların var olduğu yadsinamaz.
Bu durumda, Türk Birliği seklinde, arkasında bir mit ve iddia taşıyan ve bunun da yazida acikca vurgulandigi başlığın neden atıldığı sorgulanacak kuşkusuz. Bu sorgulamaya soyle bir soru ile cevap vermek isterim: Özbekistan hariç, -Rus emperyalizmi doneminde bolgede yasanmis olan kismi tecrubeler disinda- hemen hemen hiç bir devlet geleneği olmayan bu coğrafyaya yönelik olarak ortaya çıkan bölgesel zaafın sona erdirilmesinin zamanı gelmedi mi?
İslamcı gecmisine
ragmen modernleşmeci Batıcı modernleştirmeci siyasal hareketlerden daha fazla
Avrupacı bir çizgi izlediği görülen mevcut siyasal iktidar icin, Avrupa
entegrasyonunda somut ilerlemeler elde etmenin yolu acaba sadece Brüksel'den mi
geçmektedir? Yoksa en az Brüksel kadar, Bakü, Taşkent, Aşgabat, Dusanbe, Bişkek
ve Astana da önemli merkezler olarak görülmeli değil midir?
Orta
Dogu ve Balkanlar, imparatorluk gecmisinden kalan ve tarihin geri çağırdığı
coğrafyalar iken, Kafkasya ve Orta Asya Türkiye'nin gelecek sınırları acısından
daha mı az öneme sahiptir? Üstelik, en önemli ekonomik önceliklerimizden olan
(son yillarda da cari acigimizin en onemli kalemi haline gelen) enerjide arz
güvenliğinin sağlanmasında bu bölgeden daha kolay evirebilecegimiz başka bir
coğrafya var mıdır? Türki Ulkeler Birliği fikrini yesertip büyütmeden Avrupa
Birligi'nin 21. YY perspektiflerimiz acısından tek basına yeterli olabileceğini
mi düşünüyoruz?
Mevcut
bölgesel profilde yaşanan, Afganistan, Irak, Suriye ve Filistin eksenli
sorunlara, Arap Bahari'ndan sonra ortaya çıkan belirsizlikler de eklendikten
sonra boyle bir hayali birlik dusuncesinin yeniden ve nereden çıktıgi da
sorgulanabilir elbette. Bütün bu sorunların, imparatorluk geçmişinin halen bizi
adım adım izlemesinin bir yansıması olarak görülmesi kolayci bir yorum
olacaktır. Buna rağmen, Osmanlı mirası coğrafyanın Türki coğrafyanın ihmal
edilmesi anlamına gelemeyeceği de açıktır.
Aslında temel sorun ve Türk siyasal elitlerinin algılamada zorlandığı husus, tarihin, taşıdığımız genlerin, ortak kültürel kodların bizi büyük devlet gibi düşünmek zorunda bırakmasından başka bir şey değildir. Yurtta ve dünyada baris düşüncesi, savas yorgunu Osmanlı subaylarının zorunlu sığınaklarından birisi olmuştu yaklaşık bir yuzyildir ve bizim bu mottomuzun en heyecanlı dönemlerinde bile milyonlarca insan savaşlarda ölmekten kurtulamamış, onbinlerce cana da bizzat kendi harimimizden kurşun sıkılmıştır. İç siyasal istikrarsizliga neden olan/olmaya devam etme potansiyeli tasiyan en önemli kaynaklarının, donem donem farklılaşsa da eski coğrafi sınırlarımız olduğunu görmek bile arka bahçeyi timar etmenin vaktinin coktan geçtiğini göstermektedir.
Türk Birliği fikrinde başlama noktasının Budin Kalesi olması ise, tarihin her zaman kaldığı yerden daha da güçlenerek devam edebilme potansiyeli tasidigina yapilan küçük ve bilinçli bir atıfdan başka bir şey değildir.
Yorumlar